İlk Gerçek Hikaye Kısım 3

Kokuların kişilikleri vardır. Her koku bir yere götürür sizi. Gittiğiniz yerde kimi zaman eski aşkları; kimi zaman arkadaşlıkları, eğlenceleri, hüzünleri, acıları bulursunuz. Uzun zamandır görmediğiniz insanları görür onlarla eski sohbetlerinizden birine tutuşuverirsiniz. Üstelik ne zaman ne de özel bir yer gereklidir bunun için. Yürürken yanından geçtiğiniz hanımeli çiçekleri, ocakta pişen Türk kahvesi, denizin nem ve kumu içine iyice sindirmiş tuzu… Her biri kokularıyla bedeninizi sarıp sarmalayabilir, alıp çok uzaklara götürebilir.
            Mustafa da burnuna dolan akşamsefası kokusuyla birden uzaklaşıverdi olduğu yerden. Bundan yedi yıl öncesine ikinci görev yeri olan Konya’daydı şimdi. Kiraladığı küçük, kendi halinde evin balkonunda elinde sigarasıyla yıldızları izliyor bir yandan da usul usul bir şarkı mırıldanıyordu. Şarkı öylesine dingin öylesine rahatlatıcıydı ki dilinden bir türlü atamamıştı bir haftadır. Daha önce kimden duyduğunu da bir türlü kestiremiyordu. Sadece nakarat kısmını güzel bir sesten dinlemiş o gün bugündür de unutamamıştı. Haziran başıydı ve etraf büyüleyici bir akşamsefası kokusuyla sarılıydı.
            “Efendim…”dedi Fahriye Mustafa’nın sabahki neşesinden cesaret alıp, “Musa geldi size söyleyecekleri varmış.”
            Mustafa aniden kasabadaki babadan kalma evin bahçesindeki yerine döndü ve kendi kendine yanıp dibine kadar gelen sigarasını öfkeyle yere attı.
            “Ne istiyormuş yine?”
            “Bilmiyorum, efendim sanırım yine lojman meselesi.”
            “Ne lojmanmış be kardeşim! Ben bekçisi miyim?”
           
            Musa’nın yanına vardığında neredeyse kulaklarından duman çıkacaktı. Hiddetle:
            “Ne var yine?”diye çıkıştı
            “Lojmana elektrik gelmemiş Mustafa hoca, öğretmen hanım karanlıkta kalmış.”dedi Musa ve çözüm bekler gözlerle Mustafa’ya bakmaya başladı.
            “Ne yapalım yani?”diye gürledi Mustafa, “yarın elektrik idaresine gidip bağlatsın.”
            “Yol bilmez iz bilmez, gencecik kız… Karanlıkta mı kalacak?”
            “Musa! Çocukları okulda zor avutuyorum bir de bu mu çıktı başıma? Yatsın uyusun, dedi, dersin. Hadi yürü git şimdi!”
            Musa çaresiz dönüp lojmanın yolunu tuttu.
            Kapıyı kapayıp arkasına döndüğünde Fahriye’nin suçlar bakışlarıyla karşılaştı Mustafa. Ne kadar kaba, acımasız da olsa Mustafa’nın yumuşak bir yüzünün hep olduğuna inanan genç kız az önce gördüğü manzara karşısında donakalmış ve büyük bir hayal kırıklığına uğramıştı. Üstelik bu kez kızgınlığını dışa vurmaktan da hiç korkmuyordu. Bir süre öylece bakıp sonra hızla odasına yöneldi. Bu saatte genç bir kadının yalnız ve karanlıkta ne derece büyük korkulara kapılabileceğini çok iyi bildiğinden acıyordu yeni gelen öğretmene. Mustafa’nın duyarsızlığı yüzünden koca bir geceyi karabasanlar içinde geçirecekti zavallıcık.
            Karanlık odasında yatağın üzerinde otururken dışarıdan Mustafa’nın sesinin geldiğini duydu. Biraz sinirli biraz da hüzünlü bir sesle:
            “Ne yapalım yani? Evimize mi alalım bir de? Karanlıkmış… tabii ana kucağına benzemiyor burası değil mi? Tek başına buralara geldiyse karanlıkta yatmasını da bilecek…”diye söyleniyordu Mustafa. Biraz sonra sesi evin içinden bahçeye taştı ve bir süre sonra duyulmaz oldu. Fahriye aralarındaki bu sessiz iletişimin boyutunu bir kez daha anlarken hala lojmanda karanlıkta kalan genç öğretmeni düşünüyordu.

                                                           ***
            Mustafa çardağın ışıklarını söndürüp bir sigara yaktı. İçindeki derin acıyı hiç kimseye tarif edemez, etse bile kimse anlamazdı. Yıllar önce kaçarak uzaklaştığı gençlik hikayesinin bu şekilde karşısına çıkmasını aklı almıyor, senelerdir aklından silemediği, onun yüzünden tüm kadınlara düşman kesildiği Türkan’ının şimdi aynı kasabada uyuyor olduğuna bir türlü inanamıyordu. Bu sabah olanlar gerçek miydi? O genç kadın gerçekten Türkan mıydı? Yoksa tüm bunlar bir rüyaydı da Mustafa uyanmak mı üzereydi?
            Ciğerlerine doldurduğu son nefes kirli havayı da gökyüzüne üfledikten sonra bahçe kapısından dışarı çıktı. Yaklaşan yaz aylarının sıcaklığı, geride kalan kış aylarının serinliğiyle karışmış ılık, insanı üşütmeyen bir havaya dönüşmüştü. Sessiz sokaklardan sağlam adımlarla geçerken beyninin uyuşmaya başladığını hissediyordu Mustafa. Birazdan döneceği köşenin onu Türkan’a kavuşturduğu düşüncesi bile çıldırtacak kadar mutlu ediyordu onu.
            Köşeyi döndü ve Türkan’ın karşısındaydı artık.
            Boyaları dökülmüş, iki katlı küçük bir binaydı lojman. Uzun zamandır kimse orada kalmadığından iyice ıssızlaşmış, eskimişti. Duvarlarda yer yer çatlaklar belirmiş, pencerelerin tahta çerçeveleri iyiden iyiye çürümüştü. Elektrik olmadığından karanlığa gömülüydü. Yalnızca üst katta yanan cılız bir mumun aydınlattığı küçük  odadan ışık sızıyordu sokağa. O belirsiz, zayıf ışık Türkan’ın ta kendisiydi.
            Kapıya kadar yaklaştı Mustafa. Zili çalacak, kapıyı açar açmaz Türkan’a sarılacaktı. Yıllar önce yapamadığı, bırakıp kaçmak zorunda kaldığı şeyi bugün burada yapacak Türkan’a onu sevdiğini söyleyecekti. Sonra alır götürürdü onu bu karanlıktan.
            Tüm iş zili çalmaktaydı. Şimdi gözüne diken gibi görünen, dokunsa eli yanacak sandığı o minik buton git gide küçülüyordu gözünde. Nasıl yapacaktı? Türkan onu hala anımsıyor muydu acaba? Ya istemezse, ya git buradan, derse? Bunu kaldırabilecek kadar güçlü müydü Mustafa? Hayır, yapamazdı!
            Koşar adımlarla uzaklaştı lojmanın önünden.



                                                           ***
            Fahriye ertesi sabah uyandığında Mustafa’yı bahçedeki masada sızmış buldu. Sabahın ürperten serinliğine karışan tatlı çiçek ve meyve kokularının sarmaladığı bahçe Mustafa’nın hüznüyle sislere gömülmüş gibiydi o sabah. Çardaktaki masanın üzerinde sigara izmaritleri, bir boş rakı şişesi ve parmak izleriyle kaplı bir kadeh duruyordu. Mustafa ise tüm bu dağınıklığın arasında masaya yarı beline kadar uzanmış, uzun ve is rengi gömleğinin kapladığı kolunu başının altına yastık yapmıştı. Dağılmış saçları ve dikkatle bakıldığında fark edilen tek tük sakalıyla dağılmış, yıkılmış görünüyordu.
            Ses çıkarmamaya çalışarak masanın üzerinden kadehi aldı Fahriye. İçinde gittikçe büyüyen acıma duygusu tüm bedenine hâkim olmaya başlamıştı. İçinden Mustafa’nın saçlarını okşamak geliyordu. Kim bilir ne derdi vardı da böylesine içmişti? Bu işin yeni gelen öğretmenle bir ilgisi olduğunu anlamıştı. Ama tam olarak ne olduğunu bir türlü kestiremiyordu. Belki de güzel bir kadındı bu öğretmen ve Mustafa ilk görüşte âşık olmuştu. Yalnız aşk acısı bu hale getirebilirdi bir insanı.
            Bir elinde rakı şişe diğerinde kül tabağı ve kadehi taşıyarak mutfağa yöneldi Fahriye. Kapının önünde bir an tökezleyip dengesini kaybetti ve elindeki şişe büyük bir gürültüyle yere düştü. Şişenin parçalanmasıyla Mustafa’nın yerinden sıçraması bir oldu.
            Bir süre sersem bir yüz ifadesiyle etrafına bakındıktan sonra yerinden kalkıp mutfağa doğru yürümeye başladı. Bilinçsizce yürürken kapının önünde dağılan cam kırıklarını temizlemek için çırpınan Fahriye’yi görüp yüzünü buruşturdu.
            “Bir işi de doğru yap!”diye gürledi.
            Mustafa üstelemeden oradan ayrılıp mutfağa girdi. Bir bardak su içip mutfaktan eve açılan kapının önündeki iki tahta basamaktan ilkine oturdu. Biraz sonra Fahriye de girdi.
            Bir süre genç kızı izledi Mustafa sonra donuk bir sesle:
            “Banyodaki sobayı yak, banyo yapacağım.”dedi.
            “Ama elektrikli şofben…”
            “Bir kez daha elektrik dediğini duyarsam çıldıracağım! Sobayı yak diyorsam sobayı yak!”
            Fahriye içine dolan kırgınlık ve kızgınlık hissiyle banyoya gidip uzun banyo sobasına odun ve kağıt doldurmaya başladı. Bir yandan da ağlamamak için zor tutuyordu kendini. Neydi bu adamın kendisiyle derdi? Her dakika kendini paralıyordu oysa onun için? Daha ne istiyordu ki? Hem azıcık da olsa merhamet yok muydu içinde? Beş yıldır sayamadığı kadar çok söylediği o cümleyi bir kez daha tekrar etti içinden: “Lanet olsun evden kaçtığım güne!”
            Sobadaki odunları bir gazete kağıdı yardımıyla tutuşturup mutfağa geri döndü. Mustafa orada değildi şimdi. Biraz olsun ferahladı içi. Sonra içeriden Mustafa’nın yeri göğü yıkan sesi yükseldi aniden. Zavallı kız telaşla onun yanına koşmak isterken basamaklara takılıp yüzüstü yere kapaklandı. Kısa sürede toparlanıp aynı hızla Mustafa’nın odasına girdi.
            Mustafa elinde buruşturduğu siyah gömleği kapıya doğru uzatmış öfkeyle Fahriye’yi bekliyordu. Genç kız kapıdan içeri girer girmez:
            “Bu ne?”dedi. çok geçmeden gözlerindeki öfke yerini şüpheli bir meraka bırakmıştı. Elindeki gömleği yatağın üzerine fırlatıp karşısında tir tir titreyen yardımcısına doğru yürüdü. Dikkatle yüzüne bakıyor bir yandan da ne olduğunu anlamaya çalışıyordu.
            “Yüzüne ne oldu?”diye çıkıştı.
            Fahriye anlamaz gözlerle bakıyordu.
            Yavaşça kızın yanına kadar geldi Mustafa. Az önce sinirden titreyen elini Fahriye’nin dudağının kenarına nazikçe sürüp bulaşan kanı göstermek için genç kızın göz hizasına getirdi.
            Fahriye şaşkınlık içinde biraz da utançla baktı Mustafa’nın yüzüne. Demek ki düşünce yüzünü yere çarpmış, çarpınca da dudağını patlatmıştı. Şimdi ince ince kan sızıyordu yarasından. Öyle telaşlanmış, öyle korkmuştu ki acısını bile hissetmemişti. Mustafa’nın parmağındaki kanı görünce birden sızlamaya başladığı dudağı. Yine de ses etmedi.
            “Mutfak merdiveninden düştüm. O sırada oldu herhalde.”dedi isteksiz ve küskün bir sesle.
            “Dikkat et bundan sonra!”
            “Peki, efendim.”diye mırıldandı Fahriye.
            Mustafa anlamsız bir hüzne gömülmüştü birden. Birkaç dakika önce esip gürleyen adam o değilmiş gibi uysallaşmış, sessizleşmişti. Ağır bir suçluluk hissediyordu. Daha on yedi yaşındayken  evine aldığı bu zavallı kıza yaptıkları da neydi böyle? Kendisi yüzünden ne hale gelmişti kızcağız? Üstelik bu sadece görünen kısmıydı işin. Birde görünmeyenler vardı ki  kim bilir ne kadar acı vericiydiler?
            Bir taraftan da Türkan’ı düşünüyordu. Ama şimdi okulunda öğretmenlik yapan genç kadını değil, okul forması içinde taptaze gülüşüyle parlayan on sekiz yaşındaki o küçük kızı… O küçük kızın ışıl ışıl gözlerini, hayallerini… Aşık olduğu o liseli kızı…
            Nasıl da gençti? Aynı Fahriye gibiydi o da: Ürkek, sessiz hatta biraz zavallı… sessizliğinin içine saklanan kocaman bir kalbi vardı. Nasıl da güzeldi? Aynı Fahriye gibi…
            Derin bir iç çekti. Karşısında dikilmiş kendisini bekleyen Fahriye’ye bir kez daha dikkatle baktı. Onun hüzne boğulmuş, ağlamaklı gözlerini; gergin suratının orta yerinde duran ufak, şekilli burnunu; başörtüsünün altından görünen dalgalı saçlarını şefkatle süzdü. Onu neden evine kabul ettiğini şimdi anlıyordu. İçten içe güldü kendine. Sonra zoraki bir soğuklukla:
            “Haydi git de yüzünü temizle, mikrop kapacaksın.”

Mustafa’yı yolcu ettikten sonra portmantonun aynasında bir kez daha baktı yarasına Fahriye. İki dudağının birleştiği yerde ince bir çizgi oluşmuş, çizginin üzerindeki kan pıhtılaşınca rengi koyulaşmıştı. Acıyarak bakıyordu kendine aynada. Hayal ettiği hayattan böylesine uzak olması ne yazıktı.
            “Zavallı hizmetçi!”diye çıkıştı aynadaki yansımasına. Sonra buruk bir gülümsemeyle ayrıldı ayna karşısından.
            Mutfakta iş yapmaya dalmışken kapının sesiyle irkildi öğlene doğru. Koşar adımlarla gidip kapıyı açtı.
            “Ne haber kız?”diye içeri daldı yan komşunun kızı Filiz.
            “İyilik. Senden?”
            “Benden de. Bugün erken çıktı seninki.”
            “Aksiliği üstünde yine!”
            “Ne zaman değil ki?”deyip kıkırdadı Filiz.
            Beraber Mutfağa indiler. Fahriye Filiz’e çay koyarken Filiz de tezgahın üzerindeki elmalardan en kırmızısını seçip bir ısırık aldı. Meraklı ve heyecanlı bir sesle:
            “Yeni gelen öğretmeni duydun mu?”dedi.
            “Duydum, Musa söyledi dün.”
            “Bu Musa’nın da dilinde bakla ıslanmaz. Gördün mü, peki?”
            “Yok, sen gördün mü?”dedi Fahriye ilgisizce.
            “Gördüm. Pek güzel, bir görsen.”
            Bu sözler üzerine Fahriye dikkatle Filiz’e baktı. Mustafa Bey’in neden bu hale geldiği anlaşılıyor, dedi içinden. Sinsice gülümseyip tekrar elindeki patatesi soymaya koyuldu.
            “Niye güldün?”diye atıldı Filiz, “bir şey mi biliyorsun.”
            “Ne bileceğim Allah aşkına. Evden çıktığım mı var?”
            “Sahi çarşıya çıksak ya bir gün. Evde otura otura kök salacaksın.”
            “Teyzem…”dedi Fahriye iç çekip, “Ortalıkta dolanmama çok kızıyor. Babamlar beni bulmak için kaç kere geldiler, biliyorsun.”
            “Kaç yıl önce olmuş, bitmiş bir mesele. Hala peşinde mi koşacaklar canım?”
            “Sen babamı bilmezsin…”diye tısladı gözlerini kısarak.
            “Ben onu bunu bilmem, gelmek için çıktığın tek günü bulacak değiller ya.”
            “Boş ver şimdi. Yeni gelen öğretmen diyordun.”
            “Haaa… görsen öyle güzel ki… upuzun boyu var, servi gibi.”
            “Bizim huysuzdan uzun mu?”
            “Yok canım, o kadar da değil.”deyip güldü Filiz.
            “Eee? Kaç yaşında, çok genç diyordu Musa.”
            “En fazla yirmi beş.”
            “O kadar da genç değilmiş.”dedi Fahriye küçümseyerek.
            “Sana ne diyecektim, unutuyordum az kalsın, beni istemeye geliyorlar yarın.”
            “Deme!”
            “Hem de şehirden.”diye böbürlendi Filiz.
            Fahriye gülümseyerek:
            “Evlen de gör gününü.”dedi ve kahkahayı koyuverdi.
            İki arkadaş akşama kadar gülüşüp eğlendiler. Mustafa’nın gelme saatine yakın ayrıldılar, Fahriye yine kendiyle baş başa kaldı. Biraz sonra Mustafa gelecek yine kızıp bağıracaktı. Hiç hali kalmamıştı artık onun hakaretlerini işitmeye. Yemekten sonra hemen yatmayı kurup isteksizce çalışmaya devam ederken kapının sesini duyup davul gibi gerildi. Zoraki adımlarla gidip kapıyı açtı. Mustafa yumuşak bir yüz ifadesiyle elindeki ekmeği Fahriye’ye uzatıp:
            “Merhaba,”dedi, “ne var ne yok?”
            Fahriye sersemledi. Mustafa’nın ilk kez hal hatır sorduğunu duyuyordu.
            “Bildiğiniz gibi efendim, ne olacak?”
            “İyi bakalım. Ne yemek yaptın?”
            Genç kızın şaşkınlığı bir kat daha artmıştı.
            “Patates, yanına da pilav.”



Yorumlar

Popüler Yayınlar