Muhbir

Geniş salonun köşesindeki tekli koltukta boş bir çuval gibi oturuyordum. Aklımda sorulardan eser kalmamış ayaklarım yere basmış ağır bir hissizliğin ortasında kalakalmıştım. Zihnimin tam ortasında asla tamamını anlatmadığım için her küçük ayrıntıda kendini dışarıya vurmaya çalışan tuhaf, anlatılmak istenmediği kadar anlatıldığında neye yol açacağı bilinmeyen bir hikayeyle baş başa kalmıştım. Ürperen sırtımı sakince yasladığım koltuğa. Bir parça rahatlamak umuduyla gözlerimi kapayıp derin bir nefes aldım. Her biri diğerinden farklı yüzlerce görüntü saniyeler içinde geçip gitti önümden. Yırtık kitap sayfalarında yarım kalmış kelimeleri tamamlamak istercesine susuz baktım gözlerimin önünde akan her sahneye. Hikayemi nasıl tamamlayacağımı  bana anlatsınlar içimden geçeni açığa çıkarsınlar diye umutla bekledim. Parmaklarımı yavaş bir müziğe eşlik edercesine havaya kaldırıp havada daireler çizmeye başladım. Kapalı gözlerimin ardından ellerimle çizdiğim dairelerin ışıklarını seçebiliyordum. Karanlığı elleriyle boğmak böyle bir şey miydi?
Gözlerimi açtığımda arkalarında ışık tozları kalmış çemberlerime baktım bir süre sevecenlikle. Aklımdaki her görüntüyü saklamak hevesimin beni en hatırlanabilir olanlardan bile alıkoyduğu gerçeğiyle büküldü boynum. Şimdi biri çocukluğun dese gözlerimi kocaman açar ve dünyanın en bilinmez şeyinden bahsediliyormuş gibi şaşırırdım. İnsanın kendini kurgulaması ne mümkün? Kendine sorular sormadan nasıl yaşar insan? Bir ev, bir koltuk, bir adam, bir hayat, bir karmaşa… Düşünecek onca şey… Nereden başlasam bilemiyordum. Kaç sözcük yetecekti? Bu hikaye nasıl bitecekti? Bir yanım korkulu bir yanım coşkulu kalktım oturduğum yerden. Bu hikaye sonum, bu hikaye başlangıcım, bu hikaye hayatım olacaktı. Cesareti yeni öğrenen bileklerimle asıldım hayatımı. Önümde bir sandık, öylece bakıyordu her bir halim. Birinin gözlerinde çocuksu umutlar, birinde keder, aşk acısı, heyecan, şehvet, umutsuzluk, mutluluk. Her biri ayrı bir şeyin içinde, sakin.
Kalemi elime aldığımda artık geri dönüşüm olmadığını görmeye başlamıştım. Ya yazacaktım bu hikayeyi ya da çıkılması imkansız bir çukurda kalakalacaktım. Yeniden doğmak gibi, hayattan ayrılmak gibi, çoğalmak gibi tükenmek gibi… Yazarsam ya bitecek ya başlayacaktım, biliyordum. İçimde bir yer hafifçe kıpırdadı. Yüzüme ılık bir gülümseme yayılırken yıllardır susuzluk çeken bedenim kendini bırakıverdi içimdeki okyanusa. Gerçek olanla olmayan arasındaki kalın çizgide heyecanlı bir kayboluşa bıraktı kendini. Nasıl anlatacağım derdi biterken artık anlatmadan nasıl duracağım telaşı doldu içime.
Bir gece kendimle oturmuş sohbet ediyordum. Geniş salonun köşesindeki tekli koltuğa boş bir çuval gibi yığılmıştım. Karşımda yorgun bir surat… içimi bilen tek kişi, beni anlayabilen tek varlık… ruhum, kalbim, kendim. Ne kadar yalnızız diye düşündük. Acı acı gülümsedi gözlerimin içine bakarak. ‘Yalnız değilsin’ demek istedi, diyemedi. ‘Bu hikaye sonun olacak’ demek istedi, demedi. Biliyordu anlıyordu, yazma dese yazacağımı. Bunun ona neler yapacağını sezer gibi dikkatle bakıyordu yüzüme. Korkuyor muyum diye geçiyordu aklından. Korkuyorum desem, yine de yap diyecekti. Boş bir çuval gibi oturuyordu karşımda. Adı yok, sanı yok. Korkuyordu belli ki. Açıklanacak, yüzüne ışık vuracaktı. Sarsılacak, belki dönüşü olmayan bir yolun ucunda kaybolup gidecekti. Yıllarca onu neden içeride sakladığımı hiç sormadı. Orada olmaktan mutluydu. Onunla sessizce her gece konuşmamdan, birlikte gördüğümüz rüyalardan, aşık olduğumuz adamlardan, hayallerimizden, kederimizden, yavaş tükenişimizden memnundu. Şimdi tüm giysilerini çıkarması, ayakkabısız sokaklara çıkması gerekiyordu.

Sessizce kalktı karşımdan. Işıldar gibi baktı gözlerimin içine bir kez daha. ‘Korksan da yap!’ der gibi gülümsedi. Ben artık kendimde, kendim artık bende değildik. Kalem elimde, ruhum bedenimden uzakta öylece kaldım. Bir başlangıç, bir son… Bekleyip görecektik. 

Yorumlar

Popüler Yayınlar