Orada Bir Köy Var Uzakta
Çağlar değişirken, zaman durmadan
akıp giderken, koca dünya kendi kendine milyar yıldır dönerken insan; nereye
kaçacağını, nasıl yaşayacağını anlamanın telaşıyla koşup duruyordu. Doğa kendi kusursuz düzeninde ilerlemekteyken
nedense ilk andan beri doğayı yönetme ateşiyle yanıp tutuşan insan da kendine olduk
olmadık işler yaratıyordu. Önce ateşi buldu, yürek yakmak için. Sonra tekerlek
keşfedildi; terk etmeler için. Ardından madenler, aletler, sonunda savaş;
silahlar ve bir tek insan doğasına yakışacak vahşilikte pek çok şey…
Yeryüzü günden güne yaşanmaz hale
geliyordu. Kesilmekten kendini zar zor kurtarabilmiş ağaçlar durmadan surat
asıyor, bulutlar kararıp kalıyor, güneş her sabah doğarken adeta söylenerek
ışığıyla gürültü çıkarıyordu. Doğa mutsuzdu, dünya mutsuzdu ama insan nasılsa
fark edemiyordu içinde bulunduğu bu korkunç durumu.
İşte bu hal içerisinde bir sabah
güneş doğarken ufuk çizgisinin altından derin derin bir bağlama sesi yükseldi.
Sesi duyan bir yazar, ne olduğunu merak ederek ufka doğru yöneldi. Çimenler ve
çiçekler arasında uzun uzun yürüdü. O yürüdükçe ses hem derinleşiyor hem de
yükseliyordu. Tanınmış bir melodi değildi kulağına dokunan. Ama sesin geldiği
yerde bu karanlık dünyadan farklı bir şey olduğunu ta içinde hissedebiliyordu.
Yürüdü, yürüdü, yürüdü…
Ufuk çizgisinin tam üzerine geldiğinde
güneşin koynunda sakin sakin şarkı söylemekte olan bağlamayla karşı karşıya
geldi. Bağlama yazarı görünce şen bir hava tutturup gülümsedi ve kendisini
takip etsin diye yazarın eline dokunup güneşin derinliklerine doğru uçmaya
başladı. O esnada ayakları yerden kesilen genç yazar da rüzgarın marifetiyle
göğe doğru yükselmeye başlamıştı. Önce güneşin yakıcı sıcağından geçti,
çekirdeğinden bir parça alıp cebine kattı. Bu parçayla ne yapacağını henüz
bilmiyor olsa da içgüdüsel olarak alması gerektiğini hissetmişti.
Güneş faslı bittikten sonra
bağlama onu alıp yeniden yeryüzüne indirdi. Ancak bu yeri daha önce hayatında
hiç görmemişti yazar. Koca bir dağın eteğinden sonsuz mavilikteki denize kadar
uzanan, yeşiller içinde bir köydü burası. Yazar tam dağın zirvesinde durmuş
büyük bir hayranlıkla önünde uzanıp giden cenneti izlemekteydi. Nefes almakta
zorlanıyor, gözlerinin gördüğü güzellik karşısında kalbi çaresiz, boğazına
doğru atıyordu. Bu sırada bağlamanın sesi iyiden iyiye şenlenmiş dünyanın en
neşeli türkülerinden birini çalmaya başlamıştı. Yazar yüzünde kocaman bir
gülümsemeyle köyü izlemeye devam ederken birden rüzgar esmeye başladı. Ardından
rüzgara tutunmuş bir ud ve ardında da genç bir ozan gökyüzünde belirdi. Ud
bağlamanın yanına konup türküye eşlik etmeye başlarken ozan de yumuşak bir iniş
gerçekleştirmişti.
Yüzünde şaşkın, şaşkın olduğu
kadar da mutlu bir ifade vardı ozanın. Heyecanla yazara dönüp nerede
olduklarını sordu. Onun hikayesi de yazarınkiyle aynıydı. Tek fark; ozan,
yolculuğu güneş üzerinden değil, bulutlar üzerinden yapmış ve cebine de bir
parça yağmur sıkıştırarak buraya kadar gelmişti.
Yazar içindeki heyecana daha
fazla engel olamayarak büyük bir kahkaha attı ve önünde uzanıp gitmekte olan
köye doğru koşmaya başladı. Ardından ozan, onun ardından ud ve bağlama… Koşa
koşa köye ulaştıklarında hepsi nefes nefeseydi ama hiçbiri yorgun görünmüyordu.
Yazar ve ozan derhal köyü incelemeye ve burada kendilerinden başka kimsenin
olup olmadığını araştırmaya başladılar.
Köyün zemini yumuşak ve kırmızı
bir toprakla kaplanmıştı. Ancak bu toprak yalnızca çimenler ve otlar arasında
özenle açılmış patikalarda görülebiliyordu. Yolların çoğunluğu çeşitli
şekillerde dizayn edilmişti. Yazarın üzerinde bulunduğu patika bir zürafaya
benzemekteyken ozan, bir servi ağacına benzeyen uzun ve ince yolda duruyordu.
Yol kenarları rengarenk çiçeklerle çevrelenmişti ve hava, bu çiçeklerin
kokularından baygın bir halde köyün üzerine çökmekteydi.
Yazar ve ozan köy meydanında
buluşmak üzere sözleşerek etrafa dağıldılar ve araştırmalara başladılar. Yazar
sola, ozan sağa gitmişti.
Sağ tarafta göze çarpan ilk şey
uzun ve yemyeşil bir ırmaktı. Ozan koşarak ırmağın kenarına kadar geldi.
Uzaktan yeşil görünen suyun billur gibi berrak oluşu onu büyülemişti. Hemen
eğilip avuçlarını suyla doldurdu. Bir yudum içti, yüzünü yıkayıp bir süre
kusursuz şeffaflıktaki suyun içinde oynaşan balıkları ve dipte duran renkli
taşları seyretti. Sonra birkaç adım öteye yerleştirilmiş masa ve sandalyelere
çalındı gözü. O tarafa doğru yürürken masanın hemen yanında duran enstrümanları
da gördü ve ruhu kendinden önce varacak şekilde onlardan birine yaklaşıp altın
renkli, işlemeli bağlamayı eline aldı.
Bu sırada sol tarafta ise yazar;
dünyanın en büyük, en görkemli söğüt ağacıyla karşılaşmıştı. Ağacın altında
duran kalın defter ve kuş tüyünden yapılma bir kalem ise belli ki oraya onun
için bırakılmıştı. Önce söğüdün geniş gövdesine sarıldı. Yüzünü ağacın sıcacık
kabuğuna yaslayıp kokusunu derin derin soludu. Sonra yaprakların gölgeleri
arasında kendine bir yer seçerek oturdu ve defteri eline aldı. Defterin ilk
sayfasında köyle ilgili bilgiler yer alıyordu. Köyün ne zaman kurulduğu,
kimlerin burada yaşadığı gibi ayrıntıların ardından tek sayfalık anayasa başlıyordu. Maddeler oldukça
açık bir dille yazılmıştı. Yazar söğüt de duysun diye anayasayı yüksek sesle
okumaya koyuldu.
“Madde 1 : Köyün adı yoktur,
olmak zorunda değildir.
Madde 2: Köydeki varlık yalnızca hak edildikçe
sürdürülebilir. Bu hak etme koşulları ise tamamen enstrümanların ve kalemlerin inisiyatifindedir.
Madde 3: Köyde para kullanılması yasaktır.
Teklif edilmesi, hakkında konuşulması bile söz konusu değildir.
Madde 4: Köydeki her türlü alış
veriş yalnızca sanat mamulleri ile yapılabilmekte olup yaygın ödeme birimi
genel olarak türkü ve şarkıları kapsamaktadır. Bu konuda yeteneği olmayanlar ya
da sağlığı müsaade etmeyenler mani veya şiirle de ödeme yapabilir.
Madde 5: Her gece düzenlenecek
açık havası sineması toplantısına katılmak zorunludur. Gazoz ve çekirdek hiçbir
ücret alınmaksızın köy sakinlerine sunulacaktır. Aksi teklif bile edilemez.
Madde 6: Köye bazı gruplardan
insanların girmesi kesinlikle yasaktır. Bu gruplar bentlerde belirtilmiştir.
6A.
Benciller
6B.Sevmeyi
bilmeyenler
6C.Burnu
büyükler
6D.Müslüm
babayı sevmeyenler
6E.Kalp
kırmayı marifet sayanlar
Madde
7: Köyün daimi ve gönül lideri Müslüm baba olup yönetim şekli özgürlükçü
garipler sistemidir.
Madde
8: Köy sınırdaki bir bandoyla korunur. Vatandaşlık sınavını geçip bilet
alamayanlar köye kesinlikle sokulmaz.
Madde
9: Köyde her alanda şarkı söylemek, şiir okumak, güzel yemekler pişirmek ve
yemek, dans etmek, oyun oynamak serbesttir.
Madde
10: İş bu anayasaya madde ekleme hakkı yalnızca vatandaşlık hakkı kazanmış ilk
iki vatandaşa aittir.”
Yazar
defterin kapağını sakince kapatıp temiz havayla doldurdu ciğerlerini. Buraya
nasıl geldiğini anlamıyor, anlamaya da çalışmıyordu. Yasalardan anlaşıldığı
kadarıyla da nerede olduğunu bir daha asla bilemeyecekti. Bu durum içine ılık
bir huzur yayılmasına neden oluyordu.
Bu
sırada ozan, eline aldığı bağlamayı çalmaya kendini öyle kaptırmıştı ki günün
yavaş yavaş dönmeye başladığını fark bile etmemişti. Oturduğu sandalyeye iyice
yerleşip bağlamayı kıymetli bir mücevher gibi yanına koydu ve akıp gitmekte
olan suya dikkat kesildi yeniden. O da buraya nasıl geldiğini bilmiyordu.
Aklını kurcalayan sorular olsa da hepsini bir kenara bırakıp gökyüzüne bakmayı
tercih etti. Bulutlar göz alıcı görünüyordu. Kimi nisan sabahı, kimi temmuz
akşamüstü derdi bu göğe. Ama ozan için eylül bulutlarıydı bunlar. Bıyıklarının
altında kıvrılan dudaklarıyla bulutlara gülümsedi. Ardından cebine kattığı
yağmurlar geldi aklına. Aceleyle elini cebine attı. Ama cebi boştu.
Merakla
etrafına bakınırken yazarın elinde bir defterle kendine yaklaşmakta olduğunu
fark etti. Biraz sonra köy meydanında buluşmak için sözleştiklerini henüz
hatırlayabilmişti. Mahcup gözlerle baktı yazara. Yazar ozanın karşısındaki
sandalyeyi çekip oturdu. Hiçbir şey söylemeden deftere kim bilir kaç zaman önce
kaydedilmiş anayasayı bir kez daha yüksek sesle okumaya başladı.
Anayasa
okuması tamamlandıktan sonra yazarda olduğu gibi ozanda da hiçbir ifade
değişikliği meydana gelmemişti. Bu köy ikisi için de biçilmiş kaftan gibi
duruyordu. Bir şekilde gelmiş, bu cennet bahçesini tanıma fırsatı bulmuşlardı.
Ne mutluydu onlara!
Billurdan
su akmaya devam ediyor, bulutlar gökyüzünde dans ediyor, ağaçlar hışırdıyordu
her tarafta. Biraz sonra zil sesi duyuldu. Akşamın gelişiyle beraber yasada
bahsedilen yazlık sinemanın da saati gelmişti belli ki. Nereden geldiği
bilinmeyen bir ses köy sakinlerini meydandaki büyük yazlık sinemaya davet
ediyordu.
Yazar
kucağına defterini, ozan da sazını basıp yumuşacık kırmızı toprak üzerinde
yürümeye koyuldular. İkisinin de içinde
gerçek dünyadan kurtulmuş olmanın haklı coşkusu çocuklar gibi zıplıyordu. Yazar
birkaç adımda bir sekerek kendince bir dans figürü ortaya koymaya çalışırken
ozan da uzun uzun havayı koklayıp
gülümsüyordu.
Perdenin
önüne geldiklerinde gökyüzü; alaca,
kızıl yoğunluklu güzelliğiyle meydanı neşeli bir loşluğa boğmuştu. Sanki
yıllardır buradaymış gibi hisseden iki kafadar hemen yerlerini buldular. Gazoz
ve çekirdek oturakların hemen yanında duruyordu. Esas film başlamadan önce
perdede köyle ilgili kısa bir tanıtım filmi yayınlandı. Defterde yazanlara
paralel olarak bu tanıtım filminde vatandaşların ev adresleri, yapacakları
işler, etkinlik saatleri gibi fazladan pek çok ayrıntı yer alıyordu. Bu köyde
her şey çok belirlenmiş gibi görünse de aslında tamamen bireysel özgürlüklere
dayalı bir sistem “dayatılıyordu.” Özgürlükçü garipler sisteminin bu ironik
hali hem yazar hem ozan için oldukça kafa karıştırıcıydı. İkisi de durumun
zaman içinde açıklığa kavuşmasını umut ediyordu.
Tanıtım
filmi bitmek üzereyken derinden tavuk sesleri duyuldu. İkisi de heyecanla
arkaya bakınmaya çalıştı. Birkaç saniye sonra yazar ayağının hemen dibinde
bitmiş olan kahve rengi tüyleri ışıldayan, tavuğu görünce dehşetle ayağa
sıçradı. Bu esnada ozan kahkahalara boğularak ikilinin korku içinde
bakışmalarını izliyordu.
Tavukların
devamı meydanın hemen bitiminde yer alan ve ozana ait olduğu az önce
belirtilmiş olan tek katlı, düz damlı müstakil bir evdeydi. Orada son derece
lüks bir kümes içinde yaşıyorlardı. Tavukların ay çekirdeği içi ile beslenmesi
gerektiği ve ancak bu sayede en lezzetli yumurtaları verebildikleri de yine
tanıtım filminde vatandaşlara anlatılan konular arasında yer alıyordu. Yazarın
tavuklardan bu kadar korkuyor olması bu sorumluluğun ozana kaldığını işaret
ediyordu. Ozan içinden başına kalan bu işle nasıl baş edeceğini şimdiden
düşünmeye başlamıştı. Oturağının yanındaki çekirdek paketine bakıp iç çekti.
Bir kısmını tavuklara ayırması gerekecekti demek.
Yazar
ise hala tavukla bakışmaktaydı. Zavallı hayvan ne yapacağını bilemez halde
kilitlenmişti. Küçücük bedeniyle bu insanla mücadele etmesi mümkün değildi.
Zaten amacı mücadele etmek bile değildi ki! Sadece ay çekirdeğinin dayanılmaz
kokusuna kapılıp taaa kümesten buraya kadar gelivermişti işte. Zaten horoz
kocası duysa gagasını koparırdı!
Ozan,
köyün ilk görev bilinci yerinde vatandaşı olarak tavuğa biraz çekirdek uzattı. Hayvan
heyecanla ona yöneldi. Yazar yerine oturdu ve bu tehlikeli gerginlik de böylece
son bulmuş oldu. O andan itibaren yazar ve ozan aralarında anlaşarak güvenlik
konularının ozana bırakılması gerektiğini kararlaştırdılar. Tabi ozan köydeki
tehlikenin yalnızca böyle masum tavuklardan ibaret olduğunu düşünüyordu. Oysa
Çayır Manyakları, çok uzaktan köyü gözetlemeye başlamıştı bile.
Çayır
manyakları diye anılan bu çete aslında köyün yumuduk koyunlarından oluşan
sürüsünden başka bir şey değildi. Ama burada en kötü olabilecek canlılar da
yalnızca koyunlardı. Bu durum, köyü gerçek dünyadan ayıran yegane özellikti.
Tehlikeler, aç tavuklar ve çılgın koyunlardan öteye geçmiyordu.
İlk
film gecesi gözyaşları içinde sonlandıktan sonra ozan; tavuk tehlikesine karşı
yazarı köyün akarsuyunun döküldüğü gölün yanında bulunan evine bırakarak
inceliğini gösterdi ve yine inceden bir türkü tutturarak kendi evine döndü.
Hava
oldukça ılıktı. Mis gibi bahar kokuyor, sessizlikten yıldızların ışıklarının
sesleri bile duyulabiliyordu. Yazar kendisine tahsis edilen evin verandasındaki
salıncağa kurulmuş gökyüzüne bakmaktaydı. Aklından sürü sürü cümleler
geçiyordu. Hayatı boyunca hiç bu kadar ilham dolu olmamıştı. Dünyanın tozundan
uzakta kalmayı başarmış bu köye gelmek için ne tür bir iyilik yapmıştı da bu
şans ona bahşedilmiş diye düşünmeden edemiyordu. Rüzgarı düşündüğünde yüzüne
ılık bir esinti vuruyordu. Suyu düşündüğünde nehir ıslık çalar gibi selam
veriyordu. Aslında tavuklara bile alışabilirdi burada. Yeter ki dünyanın
sevgisiz havası, acımasızlığı kalkıp gitsindi üstünden. Bundan büyük nimet
bulunabilir miydi sanki?
Eski
bir aşkını düşünmeye başladı birden. Bu köyden milyarlarca kilometre uzakta
yaşayan birini düşlüyordu. Mavi renkliydi. Nedense gözlerinden önce ışıklar
sonra ateşler saçıyordu. Ama yazar ateşleri ve ışıkları sevmişti bir şekilde.
Geçmiş zaman hikayesi ile dolu dolu oldu içi. Sonra gömleğinin sol göğüs cebinde
bir şeyin titrediğini hissetti. Köye gelirken güneşin çekirdeğinden kopardığı
parçayı hatırladı. Kıpırdayan bu olmalıydı. Elini telaşla cebine atıp parçayı
aradı. Ancak orada değildi. Güneşin çekirdeği yerine cam bir şişede yağmur
damlaları buldu. Damlalar şişenin içinde oynaşıyordu. Yazar, bu yağmurun
nereden geldiğini anlayamadan uzun uzun şişeye baktı. Peki ya güneşin kalbi
nereye kaybolmuştu?
Bu
sırada ozan da evinin damına kurulmuş rahat yatağında yıldızları izlemekteydi.
Eve dönerken cebinde elini yakan turuncu-sarı bir taş bulmuştu. Bu taşın
nereden geldiğini bilemediği gibi bu yakıcı his yüzünden onu dehşetle sokağa
fırlatıvermişti. Ama aklı da kalmamış değildi hani! Acaba neydi, nereden
çıkmıştı o şey? Amaan, dedi kendi kendine; bir udun peşine takılıp gerçekte var
olup olmadığını bile tam olarak anlayamadığı bir köye gelmiş, tavuklar için
çekirdek çitlemiş, yıldızların sesini duymuştu. Onu daha ne şaşırtabilirdi ki?
Gece,
gelin gibi zamanın içinde süzülürken ozan uykuya daldı. Evinin kapısının önünde
sarı-turuncu taş yanıp sönüyordu. Derken köyün çılgın koyunlarından en yiğit ve
korkusuz olanı, ozanın kapısına kadar gelip taşı kaptığı gibi kaçmaya başladı.
Aslında ortalıkta kimse yoktu. Kimseden kaçması gerekmiyordu. Ama aksiyon seven
bütün koyunlar bilirdi ki; herkes kendinin polisiye filmiydi.
Taşla
birlikte sürünün yanına dönen koyun; muzaffer bir edayla icraatını
arkadaşlarına anlatırken bir başka cabbar koyuncuk ise içi birbirine karışmayan
damlalarla dolu bir şişeyi eline almış onunla ilgili efsaneler parçalıyordu.
Sürünün, yani çetenin bilge
dedesi iki koyunun da getirdiklerine şöyle bir göz attıktan sonra sakin bir
sesle taşın ve şişenin geri götürülmesi gerektiğini yoksa köyde işlerin çok
karışacağını anlatmaya başladı. Öyle ki bu yüzden dünya tersine dönebilir, köye
para denen bir illet musallat olabilir, gaddarlık onları bulabilir, hatta
enstrümanların akortları bile bozulabilirdi.
Ertesi
sabah; halaylar çekilip leziz köy yumurtaları midelere indirildikten sonra
yazar; söğüdünün altında bir şeyler karalamakta, ozan ise nehir kenarında
bağlamasını tıngırdatmaktaydı. Bir türküye kendini kapıp koyuvermişken tüyleri
güneşte ışıl ışıl parıldayan dün geceki cengaver koyun, sessizce arkadan
yaklaştı ve koynuna sakladığı taşı ozanın önüne atıp dört nala kaçtı.
Ozan
gözlerini açtığında dün kurtulmaya çalıştığı taşı yeniden karşısında görünce
titredi. Türküyü bağlamayı bırakıp sandalyeden düşer gibi yere çöktü ve
burnunun ucuna gelene kadar taşa doğru eğildi. Çok sıcaktı, yaklaştıkça gözleri
kamaşıyordu. Tam dokunacakken yazarın sesi duyuldu; “dur”, dedi yazar; “elini
yakacaksın!”
Ozan
irkilerek geri çekildi. Kafasını kaldırıp yazara baktı. Gülümseyen yazar,
ozanın reflekslerine güvenerek elindeki şişeyi bir çırpıda ona doğru fırlattı. Ozan
yakalayıp gözleri parlayarak şişeye baktı. Sanki çok uzun yıllardır sakladığı
kıymetli bir eşyasını bulmuş gibiydi.
Sonra
yazar, yere eğilip taşı eline aldı. O da kaybettiği bir kıymetliyi bulmanın
tatlı telaşı içinde gibi görünüyordu. Nehir kenarındaki masanın önüne dizilmiş
sandalyelerden birini çekip oturdu. Taşı masanın üzerine bıraktı. Ozan da
elinde yağmur damlalarıyla sandalyesine kuruldu yeniden. Şişeyi taşın yanına
koyarken etraftaki bütün enstrümanlardan sesler yükselmeye başladı. Kusursuz bir
armoni sürüp gidiyordu şimdi. Yalnız çalgılar mı? Bulutlar, nehir, ağaçlar,
tavuklar, hatta çılgın koyunlar bile sesin bir parçası haline gelivermişti
birden.
Şişedeki yağmur damlaları
mıknatıs gibi güneşin çekirdeğine çekiliyordu. Elleri olsa yağmurun, tıpayı
açıp çıkacaklardı şişeden neredeyse. Güneşin kalbi de kor gibi kızarmış yanıp
sönüyordu.
Ozan yazara baktı. Yazar ozana
baktı. Ne yapacağını –onlara hiç söylenmemiş olsa bile- çok iyi bilen iki insan
edasıyla ellerini uzattılar. Yazar taşı tuttu, ozan yağmur damlalarının
heyecanla titrediği şişenin tıpasını açtı. Sonra güneşin kalbinden kopan parça
ile bulutların gözyaşları bir araya geldi. Suyun ateşi söndürmesi beklense de
hikaye bu ya; ne ateş söndü ne damlalar buhar oldu.
Gökyüzü ılık bir pembeliğe
bürünürken hiç bitmesin istenen müzik de hiç bitmeyeceğine yemin eder gibi
çalmaya devam ediyordu. Bu köy var mıydı, yok muydu bilinmez! Ama müzik vardı.
Nehirler ve ağaçlar da. Tabii koyunlar da.
ERLER
FİLM GURURLA SUNDU
Yorumlar
Yorum Gönder