Yediler Çölü
Çocukken oyun oynamak için kullandığımız yaratıcılığı büyüdüğümüzde yazı yazmak için kullanıyor olduğumuza dair iddialar var. Bu iddiaya bir parça ısınmış olsam da gerçekliğinden emin olduğum söylenemez. Oyun konusunda yalnızca kendi yaratıcılığına mahkum edilen çocuklar için belki doğru olabilir. Bunu neden düşündüm, bilmiyorum. Belki çocukluğumun içine çocukluğum ile birlikte küçük bir çocuk ile düşmüş olduğumdandır.
Kendime ait bir Fikret Kızılok şarkısının içinden çıkıp uzun süre kendi yaratıcılığıma mahkum kaldığım Zuhal Olcay şarkısının içine döndüm. İki farklı bozkır... İki ayrı ruh ve bir şekilde iki aynı şehir! Bu şehirlerden çöle daha yakın olanı, bir şekilde beni bırakmayanı; fark ettim ki beni yazmaya zorluyor. Çünkü insanı kendi yaratıcılığıma mahkum edecek kadar kuru, ağaçsız, susuz, nedensiz... Burada kendime bir gökyüzü, bir damla su ve bir parça aşk bulmak zorunluluğu hissediyor olmalıyım. Gece boyunca yalnız kalmak zorunda olan bir çocuğun endişeli telaşı içinde etrafıma bakınıp bir şeylere sığınmaya çalışıyor olmalıyım.
Çöl, bana "bahşettiği" bu yaratma zorunluluğu ile kıvranıp durduğum sancılı her gün için benden özür dilemeli belki de. Ya da ben ona teşekkür etmeliyim. Ne olursa olsun bu çöl beni her zaman bir köşesinde güvende tuttu diye ona minnettar olmalıyım. Kendisine katlanılması gerektiğine inanan insanın utancı içinde ona sarılmaya çalışmalıyım. Ben ona sarılırsam bana onlarca ağaç veren diğer bozkır şarkımı susturmama gerek yok üstelik. En azından bunu öğrenecek kadar tanıdım ikisini de. Yine de bunu neden yapayım ki?
Yazma hevesimin 20. yılı... Sevme hevesimin 27... Yani yalnızlığın kırık yaratıcılığına mahkum oluşumla bir şeyleri sevebilme inancını edinişim arasında tam 7 yıl var.
Yedi yıl,bir çocuğun yüzlerce şey öğrendikten sonra hayata karışmaya hazır hale geleceği süre. Yedi yıl; fidanın ağaca döneceği, yavru köpeğin yetişkin olacağı, teknolojinin eskiyeceği, şarkıların nostalji kuşağına girmeye aday olacağı süre. Yedi yıl milyonlarca insanın öleceği bir savaşın yaşanacağı ve herkesin artık bitsin diye isyan çıkaracağı süre.
Bu yedi yılda her şey olabilirdi. Ancak ben bir şekilde birbiri için yaratıldığı iddia edilen; ama aralarında tam bağımsız bir çelişkiden başka bir şey olmadığına inandığım iki hevese kapılmak dışında bir şey yapamadım bu sürede. Bilincimin ve bilinçdışımın tüm gücüyle bu ikisine sarılıp öylece beklemeyi seçtim. Beklediğim hiçbir şey de yoktu oysaki. Kendime kızdığımdan yazmıyorum bu cümleleri ama; agresyonu kendi içinde saklı olduğundan bir parça sitem içeriyor gibi geliyor, şu an okuyan gözlere. (Herhalde yazma ve sevme heveslerimin en büyük iticisi; ikisinin varla yok arasında sürekli gidip gelen bu esirik halleri olmalı!)
Diyeceğim o ki; iki şehrim, iki hevesim, sürekli gelip geçen fırtınalarım içinde ve çelişkimin kuyusu olmuş yedi yılım ile birlikte, bir şekilde yeniden burada; bu kelimelerin başında, bu göğün altındayım. Yazabiliyorken yazmalıyım ve sevebiliyorken sevmeliyim. Bu yüzden yazıyor ve bu yüzden gördüğüm dolunaya, yıldıza ya da buluta aşık oluyorum. Hepsi bu! Korkmuyor ve üzülmüyorum. Hatta bugün, bulunduğum bu ANda hala yazabiliyor olduğum için her şeyimle mutlu ve sarhoşum.
Kolumun iç yüzündeki kırmızı lekeler gibi o yedi yıl da bana ait. Kabul ediyorum. Başta alışmakta zorluk çektiğim; ama sonra bir şekilde olmadıklarında var olmalarını özlediğim o lekelerin kuru bozkırın hatırası olması ise sevgili hayatcağızımın bana küçük bir hediyesi. Kabul ediyorum.
Bilinmeli ki iki hevesin kesiştiği o anda; umutsuzluğun, umutluluğun, coşkunun, perişanlığın, varlığın ve "var mı" diye sorma özgürlüğünün başladığı o yerde Ezgi oldum.
Haaa! Bu arada... Bu ciddi bir konuşma değildi. Çocukluğuma selam, yazmama yardım eden çöle bir teşekkür, bir kendini anlama çabası ve bir parça neden "düşündüklerimi dümdüz yazmıyorum ki" gevşemişliğiydi. Bunu yapabilmek için yıllar harcadım.
Sevginin bütün biçimleri ve dostluk ile...
Kendime ait bir Fikret Kızılok şarkısının içinden çıkıp uzun süre kendi yaratıcılığıma mahkum kaldığım Zuhal Olcay şarkısının içine döndüm. İki farklı bozkır... İki ayrı ruh ve bir şekilde iki aynı şehir! Bu şehirlerden çöle daha yakın olanı, bir şekilde beni bırakmayanı; fark ettim ki beni yazmaya zorluyor. Çünkü insanı kendi yaratıcılığıma mahkum edecek kadar kuru, ağaçsız, susuz, nedensiz... Burada kendime bir gökyüzü, bir damla su ve bir parça aşk bulmak zorunluluğu hissediyor olmalıyım. Gece boyunca yalnız kalmak zorunda olan bir çocuğun endişeli telaşı içinde etrafıma bakınıp bir şeylere sığınmaya çalışıyor olmalıyım.
Çöl, bana "bahşettiği" bu yaratma zorunluluğu ile kıvranıp durduğum sancılı her gün için benden özür dilemeli belki de. Ya da ben ona teşekkür etmeliyim. Ne olursa olsun bu çöl beni her zaman bir köşesinde güvende tuttu diye ona minnettar olmalıyım. Kendisine katlanılması gerektiğine inanan insanın utancı içinde ona sarılmaya çalışmalıyım. Ben ona sarılırsam bana onlarca ağaç veren diğer bozkır şarkımı susturmama gerek yok üstelik. En azından bunu öğrenecek kadar tanıdım ikisini de. Yine de bunu neden yapayım ki?
Yazma hevesimin 20. yılı... Sevme hevesimin 27... Yani yalnızlığın kırık yaratıcılığına mahkum oluşumla bir şeyleri sevebilme inancını edinişim arasında tam 7 yıl var.
Yedi yıl,bir çocuğun yüzlerce şey öğrendikten sonra hayata karışmaya hazır hale geleceği süre. Yedi yıl; fidanın ağaca döneceği, yavru köpeğin yetişkin olacağı, teknolojinin eskiyeceği, şarkıların nostalji kuşağına girmeye aday olacağı süre. Yedi yıl milyonlarca insanın öleceği bir savaşın yaşanacağı ve herkesin artık bitsin diye isyan çıkaracağı süre.
Bu yedi yılda her şey olabilirdi. Ancak ben bir şekilde birbiri için yaratıldığı iddia edilen; ama aralarında tam bağımsız bir çelişkiden başka bir şey olmadığına inandığım iki hevese kapılmak dışında bir şey yapamadım bu sürede. Bilincimin ve bilinçdışımın tüm gücüyle bu ikisine sarılıp öylece beklemeyi seçtim. Beklediğim hiçbir şey de yoktu oysaki. Kendime kızdığımdan yazmıyorum bu cümleleri ama; agresyonu kendi içinde saklı olduğundan bir parça sitem içeriyor gibi geliyor, şu an okuyan gözlere. (Herhalde yazma ve sevme heveslerimin en büyük iticisi; ikisinin varla yok arasında sürekli gidip gelen bu esirik halleri olmalı!)
Diyeceğim o ki; iki şehrim, iki hevesim, sürekli gelip geçen fırtınalarım içinde ve çelişkimin kuyusu olmuş yedi yılım ile birlikte, bir şekilde yeniden burada; bu kelimelerin başında, bu göğün altındayım. Yazabiliyorken yazmalıyım ve sevebiliyorken sevmeliyim. Bu yüzden yazıyor ve bu yüzden gördüğüm dolunaya, yıldıza ya da buluta aşık oluyorum. Hepsi bu! Korkmuyor ve üzülmüyorum. Hatta bugün, bulunduğum bu ANda hala yazabiliyor olduğum için her şeyimle mutlu ve sarhoşum.
Kolumun iç yüzündeki kırmızı lekeler gibi o yedi yıl da bana ait. Kabul ediyorum. Başta alışmakta zorluk çektiğim; ama sonra bir şekilde olmadıklarında var olmalarını özlediğim o lekelerin kuru bozkırın hatırası olması ise sevgili hayatcağızımın bana küçük bir hediyesi. Kabul ediyorum.
Bilinmeli ki iki hevesin kesiştiği o anda; umutsuzluğun, umutluluğun, coşkunun, perişanlığın, varlığın ve "var mı" diye sorma özgürlüğünün başladığı o yerde Ezgi oldum.
Haaa! Bu arada... Bu ciddi bir konuşma değildi. Çocukluğuma selam, yazmama yardım eden çöle bir teşekkür, bir kendini anlama çabası ve bir parça neden "düşündüklerimi dümdüz yazmıyorum ki" gevşemişliğiydi. Bunu yapabilmek için yıllar harcadım.
Sevginin bütün biçimleri ve dostluk ile...
Yorumlar
Yorum Gönder