İlk Gerçek Hikaye Kısım 2

Uzun bir süre yaşamak zorunda olduğu bu eve hiç alışamadı Fahriye. Her sabah sancılar içinde uyanıyor sonra hemen giyinip mutfağa giriyordu. Evin dışında olduğu için sabah serinliğinde buz tutan mutfakta saatlerce oradan oraya koşuşturmaktan yorgun düşse de dur durak bilmeden çalışıyordu. Önce çay koyuyor sonra Mustafa’nın yemediğinde kıyametleri kopardığı sahanda yumurtasını hazırlıyordu. Çardaktaki masayı hazırlayıp tekrar içeri dönüyor çayın demini almasını bekliyordu. Mustafa uyanınca çayını döküp hemen uzaklaşıyordu yanından. Bu hem kendi içindeki nefreti dışa vurmaktan korkmasından hem de Mustafa’nın ayağına dolaşırsa ondan kötü bir söz duymak istememesindendi.
            Kahvaltıdan sonra, Mustafa işe gidince az da olsa rahatlıyordu. O zaman bir şeyler atıştırıyor, çok sevdiği bahçede birkaç saat oturup kafa dinliyordu. Mustafa gelmeden üç saat önce tekrar evi temizleyip,çamaşır yıkamaya koyuluyordu. Ama en sevmediği iş ütü yapmaktı çünkü bir türlü Mustafa’nın istediği gibi düzgün ütüleyemiyordu çamaşırları. En çok bu yüzden azar işitmişti ondan.
            Zaman ilerledikçe değişimler fark etmeye başladı acımasız ev sahibinde. Sanki eskisi gibi aksi bir adam değildi Mustafa. Daha az şikâyet eder, daha az kızıp bağırır olmuştu. Söyledikleriyle Fahriye’yi ağlatmıyordu artık. Eski öfke nöbetleri de sona ermişti. Hatta bir keresinde kendisine gülümsediğini bile görmüştü Fahriye. Bazı geceler bir iki kadeh içip kendi kendine şarkılar söylüyor sonra da yüksek sesle ağlamaya başlıyordu. Taş kalpli sandığı bu adamın bahçeden gelen hıçkırık seslerini duydukça dehşete kapılan Fahriye ise ne yapacağını bilemez halde mutfakta ya da odasında sessizce bekliyordu. Böyle zamanlarda Mustafa’ya öyle üzülüyordu ki ondan nefret ettiği zamanlar için kendini suçluyor, Mustafa onun yüzünden ağlıyormuş gibi kendine kızıyordu.
            Yine böyle bir gece yatağında dönüp duran Fahriye birden hıçkırık seslerinin kesildiğini fark etti. Dışarıdan cırcır böceklerinin rahatsız edici gürültüleri dışında ses gelmiyordu şimdi. Açık pencereden ürpertici bir esinti doldu içeri aniden. Sonra kapı kolunun yavaşça döndüğünü duydu. Tüyleri ürpererek yatağın içinde iyice büzüldü. İçinden dua etmeye başladı.
Kapıyı açıp içeri giren gölge ona doğru yaklaştı. Gözleri kaplıydı ama hissedebiliyordu. Gölgenin hırıltılı nefesini duydukça belinden aşağı soğuk sular boşanıyor, ona doğru uzanan ellerini hayal ettikçe fena oluyordu. Bu eve geldiğinden beri korktuğu şey başına gelmişti işte. Mustafa niyetini bozmuş soluğu onun odasında almıştı. Tir tir titremeye başladı. Kalkıp karşı koymak istiyordu ama bir türlü açamıyordu gözlerini. Kaskatı kesilmişti. Hareket edemiyor yalızca sıtmaya tutulmuş gibi titriyordu. Gölgenin ellerinin saçlarına dokunduğunu hissetti önce. Sonra yavaş yavaş yüzüne indi pütürlü sert el ve aniden tekrar Mustafa’nın geceye karışan hıçkırıklarını duydu.
Yavaşça doğrulup pencereden dışarıya göz attı. Çardağın ışığı sönmüştü ama Mustafa’nın yanan sigarasının ucu parlıyor yerini belli ediyordu. Bir de boğuk hıçkırıklar ve devamında gelen kesik iniltileri vardı tabi.
İçinde kabaran bu tuhaf korku seline anlam veremeyerek tekrar yastığa koydu başını. Hala titrediğini hissediyor elleri ayakları kesiliyordu. Ona gözünün ucuyla bile bakmayan Mustafa hakkında neden böyle bir korkuya düştüğüne de bir türlü anlam veremiyordu. Zihnine yerleşmiş “erkek tehlikedir” düşüncesinden sıyrılamayışının etkisi büyüktü elbette bu durumda. Ne kadar güvenilir gibi görünse de her erkeğin mutlaka korkulacak, sakınılacak bir yanı vardı ona göre. Onu amcasının oğluyla zorla evlendiren babası bunun en güzel örneklerinden biriydi. Kendini bildi bileli yanında konuşamadığı, bir kez olsun sarılamadığı, gözlerinin içine bakınca ruhu taş kesilmiş gibi hissettiren bu yaşlı ve korkunç adamdan şimdi ölesiye nefret ediyordu. Tüm bunlar onun yüzünden olmuştu. onun yüzünden şimdi burada rahatsız ve belirsiz günlerin içindeydi. Tanımadığı bir adamın evinde hizmetçilik yapıyor olmasının tek suçlusu da oydu. Ne vardı sanki onu böyle bir işe zorlamasaydı? Yük mü olmuştu babasına? Anlayamıyordu, anlayamadıkça korkuları daha da büyüyüp çoğalıyordu. Bu durumda kendisini kurtarabilmek için yapılacak tek şey vardı: Düşünmemek…

                                               ***
Mustafa içindeki ağır huzursuzluk duygusundan bir türlü sıyrılamıyordu o gün. Tüm gece hiç uyumamış güneş doğar doğmaz ayaklanmıştı. Her zamankinden erken uyanmış olmasına rağmen Fahriye’nin kahvaltısını hazırlamamış olduğunu görünce öfkelendi. Kendine engel olamayarak zavallı kızın odasının kapısında aldı soluğu. Buz gibi bir sesle:

“Fahriye!”diye gürledi. Birkaç dakika bekleyip ses gelmediğini görünce tekrar seslendi zavallı yardımcısına.
Fahriye içeride aceleyle giyinmeye çalışırken çaresizce:
“Geliyorum, efendim!”diyebildi.
Biraz sonra Mustafa beş yıldır her sabah olduğu gibi çardakta kahvaltısını yapıyordu. Fahriye ise mutfakta günlük işlerine koyulmuştu.
Fahriye artık on yedi yaşında küçük bir kız değildi. Aradan beş yıl geçmiş, büyümüş, serpilmiş hatta güzelleşmişti. Mustafa’yla yaşamanın zorluğuna iyice alışmıştı. Bazen onu sevmeye başladığını bile hissettiği oluyordu. Hiç değilse burada karnı doyuyor, diken üzerinde de olsa yaşayıp gidiyordu. Zaten Mustafa da eskisi gibi katı davranmıyordu ona. İlk günlerdeki aksiliği kalmamış, kendi içine kapanmış çok az konuşur olmuştu. bu da Fahriye’nin işine geliyordu. Sadece bazı günler kendini iyi hissetmediğinde çatıyordu Mustafa ona. e
Bu da o günlerden biriydi işte. Mustafa hiddetle uyanmış,tüm günü de öyle geçirmişti. Okulda öğrencilerine sudan nedenlerle olmadık şeyler söylemiş evde de Fahriye’ye rahat yüzü göstermemişti.
Güneş günü terk ederken hiç ayrılamadığı çardaktaydı yine. Çayını yarıda bırakıp kalktı masadan. Bahçede kısa bir tur atıp eve yöneldi. O bahçeden eve çıkan üç basamaklı beton merdivene yaklaşırken içeriden kapının sesi duyuldu. Kısa bir hareketlilikten sonra Fahriye’nin koşar adımlarla bir yerlere gittiğini duyup adımlarını hızlandırdı. Görünmemeye çalışarak kapıdakine bir göz attı. Gelen okulun hademesi Musa’ydı.
            Gelen konuğu pek iç açıcı bulmayarak geri döndü ve odasına girdi. Biraz sonra kapısının tıklandığını duydu. Gereksiz bir gerginlikle Fahriye’ye içeri girmesini emretti.
            Fahriye korkarak içeri girdi ve başını yerden kaldıramayarak:
            “Musa lojmanın anahtarlarını istiyor, efendim.”dedi.
            “Ne işi varmış?”
            “Yeni bir öğretmen gelmiş. Orada kalacakmış”
            Mustafa öfkeyle başını kaldırıp karşısında büzülüp küçücük kalan Fahriye’ye baktı. Sonra hızla kalkıp çekmeceden anahtarları çıkardı. Anahtarları kıza uzatırken:
            “Yeni bir öğretmen demek… Nereden çıktı bu şimdi? Önce okula adam gibi yakıt göndersinler de ders yaparken bir yerlerimiz donmasın!”diye söylenmeye başladı.
            Fahriye odadan çıkarken Mustafa hala kendi kendine konuşuyordu.
            O gece Mustafa alışılmadık bir şekilde deliksiz uyudu. Sabah uyandığında oldukça keyifliydi. Dün ortalığı kasıp kavuran o adamın o olduğuna inanmak neredeyse imkânsızdı.
            Fahriye’ye hiç bulaşmadı. Pek bir şey yemeden evden çıkıp okula gitti. Okul yolunda karşılaştığı öğrencileriyle, hatta pek hoşlanmadığı kasabalılarla bile selamlaştı. Fahriye’nin özenle ütülediği siyah takımının içinde süt beyazı gömleği ve siyah kravatıyla göz kamaştırıcıydı o gün. Yeni tıraş olmuş, saçlarını özenle taramıştı. Uzun zamandır mutsuzlukla koyun koyuna uyuyup uyanan bir adam olarak bu haline kendi bile inanamıyor, bu işte iyi gitmeyen bir şeyler olduğunu seziyordu. Yine de bu geçici mutluluk hali ona çok iyi gelmişti.
            Eski ve küçük  bir yapı olan okula girip de Musa’yı görünce birden irkilerek dün duyduklarını anımsadı: okula yeni bir öğretmen gelmişti.
            Koridorun ucunda yerleri silen Musa’ya uzaktan seslenip yeni öğretmenin gelip gelmediğini sordu. Musa isteksiz bir tavırla yeni gelenin aslında bir resim öğretmeni olduğunu ama buraya sınıf öğretmeni olarak atandığını anlattıktan sonra zaten kendisinin içeride olduğunu ve ayrıntıları ondan öğrenebileceğini söyleyip tekrar işe koyuldu.
            Küçük ve rutubet kokan öğretmenler odasına hızla girdi Mustafa. Beş yıldır birlikte görev yaptığı arkadaşı Mehmet’le selamlaşıp gözünü yeni gelen meslektaşına çevirdi ve tüyleri ürpererek olduğu yerde kalakaldı. Gördüğü şeye inanamıyordu!
            Gözlerini karşısında duran yirmili yaşlarda güzel bir kadın olan yeni meslektaşından ayırmadan önündeki sandalyeyi çekip oturdu. Yüzü bembeyaz olmuş kulakları aksine kızarmıştı. Tüm bedeninin baştan aşağı irkildiğini duyumsuyor, gözleri kararıyor, kalbinin göğüs kafesinde yarattığı basınç arttıkça sol yanındaki tuhaf ağrı daha da artıyordu. Tüm bedenini ateş basmıştı.  Organlarının tuzla buz olup döküldüğünü sandı bir an. Birkaç saniye sonra hiçbir şey görmüyordu. Yalnızca gözlerinden zihnine sızıp beynine yerleşen o genç kadının görüntüsü vardı önünde. Duru bir tenin üzerine kalemle çizilmişçesine kusursuz kaşlar, gözler, ince narin dudaklar ve boynundan omzuna bir sel gibi akan kestane rengi uzun saçlar…
            Okulda göreve yeni başlayan bu genç ve güzel resim öğretmenin adı Türkan’dı. Okul ortamından henüz sıyrılmış kendini aniden hiç tanımadığı insanların arasında, hiç bilmediği bir kasabada bulmuştu. Ürkek, içine kapanık, pek konuşmayan biriydi. Bu kasaba, hayatı tanımak için çıktığı yolculuğun ilk durağıydı ve bu ilk durak ona eski ve hüzünlü bir öykünün kapısını açmıştı.
            Hiç konuşmadan dakikalarca göz göze kaldılar. Yeni başlayan bir gün geçmişin karanlık ve soğuk yüzüne kalın bir perde çekmiş, yerini gelecek günlerin belirsizliğine bırakmıştı.

   

Yorumlar

Popüler Yayınlar