Aşı
Göğsümde bir daralma hep vardı. Her zaman oradaydı. Ciğerimin ortasına oturmuş bir taş, durmadan beni öksürtüyor ve sırtıma varana kadar beni ağrılar içinde bırakıyordu. Halsizlik de vücudumun en yakın arkadaşı, belki de nefes aldığım her an...
Ölmeyi önemsemediğim günleri düşünüyorum. Bana hiçbir şey olmayacağından emin olduğum, nedense, istersem bana tanrının karşısında bile galibiyet getirecek bir güce sahipliğime inandığım muhteşem zamanları...
Bir dünyayı yazarak var edebildiğimi hissettiğim her anı, insanların benim istediğim her şeyi yaptığı o dünyalarda yarattığım depremleri, kolay ölümleri, korkunç dokunuşları ve büyük hayal kırıklıklarını düşünüyorum. Acımasızca her türlü ıstırabı çektirebildiğim onlarca karakter ve onların yapışıp kaldıkları evlerin soğuk ve ıslak zeminlerini...
Önceden sadece bana oluyor sandığım şeyleri; artık eziyet gibi bir empati duygusuyla fark edişimi ve bu fark edişi bir türlü sindiremeyişimi düşünüyorum. Elimde kalan, içimde olan para eden ya da etmeyen binlerce kelimeyi... Hepsini... Birer birer.
Bir adamın elmasını dişleyerek çürümeye terk ettiğimi fark ettiğimde yaşım şimdikinin yarısıydı. Kelimeler; o günlerde ortaya çıktılar ve bir daha hiç bitmeyecek şekilde koynuma, iki göğsümün tam ortasında içeriye bir yere yuva yaptılar. Göğsümün daralması, ciğerimdeki taş buydu işte. Aşısı ve ilacı hala bulunamadı.
Sonra yıllar yılı o çürük elma kokusunun ekşi mide bulantısıyla kıvrandım. Bu bulantı yüzümde, dudağımın sol tarafındaki kıvrımda yaşamaya ve başkaları tarafından da görülmeye başlandı. Boğazımı kaşındıran, çenemi çeken ve beni boğan öksürükler ise bu mide bulantısının eseriydi tamamen. Aşısı ve ilacı hala bulunamadı.
Dişlenen elmanın aslında ben olduğumu gördüğüm süreçte ise yalnızca durmayı öğrendim. Öyle boş, "dünyanın yükü omuzlarımda"ymış gibi bakınmayı, bol bol susmayı ve kendi yazdıklarımı bile yok saymayı öğrendim. Bu yoksayışın beni bu denli yorduğuna ve bedenimin tümüne yayılan bir halsizliğe dönüştüğüne; içimde Hipokrat yeminini henüz etmemiş ama birilerine söz vermekten korktuğu için doktorluğu bırakmayı düşünmekte olan, hekim kişisinin kaşesini basabiliriz. Ama bu halsizliğin de ne aşısı ne de ilacı var. Zira doktor halen Hipokrat ile kavga etmekte.
Aşısı olmayan, ilacı olmayan bir virüs, tüm dünyayı aynı eve tıkmışken hiçbir şey yeterince bireysel, hiçbir şey yeterince melankolik ya da depresif değil. Ama herkes pencereden aynı hasretle bakıyor herkes aynı baharı kovalıyor ve Nisan herkesin içine yaralı ama hala çok güzel öten bir kuş gibi konuyor.
Aşısı ve ilacı bulunacak; eli kulağında. Virüsle birlikte yaşayıp gideceğiz çok yakında. Ve ben bu sürede; herkesin bir elma dişlediğini, herkesin dişlenmiş bir elması olduğunu, herkesin ucu hep açık kalmış üç noktalar ile yaşadığını ve herkesin içine meteor gibi düşen dinozor avcılarının var olduğunu, sadece oturduğum yerde düşünerek bile bulabileceğim.
Dünyanın en yalnız ve en birlikte zamanları bunlar. Umutsuzluk ve umut zamanları... Yalan ve gerçek zamanları... Bol düşünülecek, bol beklenecek zamanları... Kimin payına ne düşerse!
Ölmeyi önemsemediğim günleri düşünüyorum. Bana hiçbir şey olmayacağından emin olduğum, nedense, istersem bana tanrının karşısında bile galibiyet getirecek bir güce sahipliğime inandığım muhteşem zamanları...
Bir dünyayı yazarak var edebildiğimi hissettiğim her anı, insanların benim istediğim her şeyi yaptığı o dünyalarda yarattığım depremleri, kolay ölümleri, korkunç dokunuşları ve büyük hayal kırıklıklarını düşünüyorum. Acımasızca her türlü ıstırabı çektirebildiğim onlarca karakter ve onların yapışıp kaldıkları evlerin soğuk ve ıslak zeminlerini...
Önceden sadece bana oluyor sandığım şeyleri; artık eziyet gibi bir empati duygusuyla fark edişimi ve bu fark edişi bir türlü sindiremeyişimi düşünüyorum. Elimde kalan, içimde olan para eden ya da etmeyen binlerce kelimeyi... Hepsini... Birer birer.
Bir adamın elmasını dişleyerek çürümeye terk ettiğimi fark ettiğimde yaşım şimdikinin yarısıydı. Kelimeler; o günlerde ortaya çıktılar ve bir daha hiç bitmeyecek şekilde koynuma, iki göğsümün tam ortasında içeriye bir yere yuva yaptılar. Göğsümün daralması, ciğerimdeki taş buydu işte. Aşısı ve ilacı hala bulunamadı.
Sonra yıllar yılı o çürük elma kokusunun ekşi mide bulantısıyla kıvrandım. Bu bulantı yüzümde, dudağımın sol tarafındaki kıvrımda yaşamaya ve başkaları tarafından da görülmeye başlandı. Boğazımı kaşındıran, çenemi çeken ve beni boğan öksürükler ise bu mide bulantısının eseriydi tamamen. Aşısı ve ilacı hala bulunamadı.
Dişlenen elmanın aslında ben olduğumu gördüğüm süreçte ise yalnızca durmayı öğrendim. Öyle boş, "dünyanın yükü omuzlarımda"ymış gibi bakınmayı, bol bol susmayı ve kendi yazdıklarımı bile yok saymayı öğrendim. Bu yoksayışın beni bu denli yorduğuna ve bedenimin tümüne yayılan bir halsizliğe dönüştüğüne; içimde Hipokrat yeminini henüz etmemiş ama birilerine söz vermekten korktuğu için doktorluğu bırakmayı düşünmekte olan, hekim kişisinin kaşesini basabiliriz. Ama bu halsizliğin de ne aşısı ne de ilacı var. Zira doktor halen Hipokrat ile kavga etmekte.
Aşısı olmayan, ilacı olmayan bir virüs, tüm dünyayı aynı eve tıkmışken hiçbir şey yeterince bireysel, hiçbir şey yeterince melankolik ya da depresif değil. Ama herkes pencereden aynı hasretle bakıyor herkes aynı baharı kovalıyor ve Nisan herkesin içine yaralı ama hala çok güzel öten bir kuş gibi konuyor.
Aşısı ve ilacı bulunacak; eli kulağında. Virüsle birlikte yaşayıp gideceğiz çok yakında. Ve ben bu sürede; herkesin bir elma dişlediğini, herkesin dişlenmiş bir elması olduğunu, herkesin ucu hep açık kalmış üç noktalar ile yaşadığını ve herkesin içine meteor gibi düşen dinozor avcılarının var olduğunu, sadece oturduğum yerde düşünerek bile bulabileceğim.
Dünyanın en yalnız ve en birlikte zamanları bunlar. Umutsuzluk ve umut zamanları... Yalan ve gerçek zamanları... Bol düşünülecek, bol beklenecek zamanları... Kimin payına ne düşerse!
Yorumlar
Yorum Gönder