Karanlık Efsanesi III
Pek çok tanrının hakkı üçtür. Karanlık'ın tanrısının hakkı da üç olacak ki bu defa duyduğu "şıp" sesinin ardından o damlayı göreceğine bütün kalbiyle inanıyormuş. *evet, göğsünün içinde bir de kalbi varmış Karanlık'ın*
Işık zerresi gözüne girdikten ve bunca birlikte ışığın içinde yapayalnız olduğunu anladıktan sonra Karanlık sesi duyduğu dibe doğru hızla atılmış. Bu içini ısıtan sesi, göğsünden ılık nehirleri yürüten bu hissi artık tanımalı, onu kabullenmeli ve gerekirse onun için bir top ışık zerresi ile sonsuza dek bir arada yaşamayı göze almalıymış.
Hikaye bu ya; eskiden beri Karanlık mağaranın içinde hareket edince fena bir rüzgar eser; bu rüzgar birikmiş su birikintisinde şarkılara benzeyen sesler çıkarırmış. Bu şarkıyı duyan Karanlık, bestecinin kendisi olduğunu bilmeden, sanki kendi hiç bir şeyi etkileyemezmiş gibi düşünerek ondan bağımsız dünyanın ne kadar da ahenkli olduğunu düşünür; biraz içlenir sonra da bu içlenme hissine daha fazla katlamayarak sinirlenir; bulduğu ilk kuytu köşeye sinerek belki bin yıl olduğu yerden hareket etmezmiş. O durunca müziğin bittiğini, dupduru suyun üzerinden oluşan zarif dalgaların görünmez olduğunu ve mağaranın durgun bir hava boşluğu gibi kalıp gama boğulduğunu fark etmezmiş bile. Yalnızca öylece durur ve kendisi dışında dönen bu yaşama neden dahil olamadığını düşünerek sessizce kahır çekermiş.
Bir gün mağaraya bir başkası gelse ve onu bu halde görse kuşkusuz ki Karanlık'ın bir parça saf, hatta salak olduğunu düşünebilirmiş. Etrafında olup biten her şeyden nasıl bu kadar habersiz yaşadığını, neden bu denli gergin ve huysuz davrandığını anlayamayarak ve mağaranın, suyun, rüzgarın güzelliğini bir çırpıda keşfederek Karanlık'ın binlerce yıldır anlayamadığı tüm güzelliği kendine alabilirmiş. Oysa Karanlık bir gün mağarasına bir başkasının gelebileceğini ya da onun göremediği şeyleri görebilen birileri olabileceği ihtimalini bile aklının kıyısına getirmiyormuş. O sadece esiyor, kahroluyor ve sonu gelmeyen lacivert bir acı denizinin içinde sürüklenip duruyormuş. Bin; on bin yıllar, sayılamayacak kadar çok dakika, saat, gün... Böyle geçiyor; ama Karanlık hiçbir şeyin farkına varamıyormuş.
Işık zerrelerinin mağara duvarını delip geldiği o günlerde Karanlık eskiden yaşadığı bu düzenin bir yandan acıklı ama bir yandan da oldukça komik yanlarını istemese bile keşfetmeye başlamış. Çünkü artık hissediyor, gözleri görüyormuş. Ve hatta artık konuşabiliyormuş bile.
İlk defasında Karanlık, mağaranın delik duvarının köşesinden damlasını aramaya gidecekken gözleri bir an yerdeki su birikintisine kaymış ve düzensiz ama bir o kadar uyumlu dalgaların hareketine şaşkınlıkla bakakalmış. Bir sonraki defa ise yine Karanlık hırçın bir biçimde yolculuğa çıkacakken dalgaların arasında keyif yapmakta olan ışık zerrelerinin ortaya çıkardığı büyüleyici dans gösterisine şahitlik etmiş ve gördüğü bu şeyden etkilenmekten kendini alamamış. Dans sırasında duyulan yumuşak su müziği ise her zamanki gibi kulaklarının içinden göğsüne ve daha yeni bulduğu kalbine akıyormuş.
Zaman içerisinde tanık olduğu bütün bu olaylar; mağarada çalınan su şarkılarında kendinin de bir payı olduğunu anlamasına yardımcı olmuş. Gel gelelim ki Karanlık içinde bulunduğu kederli ve şikayetçi ruh haline öyle alışıkmış ki fark ettiği bu gerçeği kabul etmiyor, bu işte o işgalci ışık zerrelerinin bir parmağı olduğunu, onların kendisini kandırdığını ve hiçbir şekilde bu oyuna teslim olmaması gerektiğini düşünerek kendini avutuyormuş.
Anlayacağınız, Karanlık biraz inatçı, biraz hırçın ve bol miktarda da şüpheciymiş. Şüphe etmediği tek bir şey var ise o da o hiç bitmesin istediği "şıp" seslerini duymasının kendine verilmiş bir armağan olduğuna inanmasıymış. Bu inanç onu hep diri tutuyor ve -ironik bir biçimde- her gün biraz daha hırçınlaşması için ona güç veriyormuş.
Karanlık ne kadar hırçın ve siyah olursa olsun gönlüne düşen o damlanın sıcaklığı artık içine sığmaz hale gelmiş. Hele ki ışık zerreleri kol kola mağaraya girdiğinden beri Karanlık yalnızca onu düşünüyormuş. Onu ilk gördüğü anı, o sesin kadifeliğini bin yıllardır dinlemeye doyamadığı o sesin içinde yürüttüğü ılık hissi... Hepsini kendinden hiç beklenmeyen bir yumuşaklık ve hatta aydınlık içinde duyumsuyormuş.
O son günde gözündeki ışık zerresi düşüp de "şıp" sesi yeniden duyulduğunda Karanlık yine eskiden yaptığı ve belki de yapmayı bildiği tek şeyi yapacak; yani hızlıca oradan ayrılıp gözleri görmeyerek damlanın nerede suya karıştığını öfkeyle arayacak olmuş. Zaten bilmediği şeyi nasıl yapabilirmiş ki?
Kafasını kaldırmadan toparlanmış ve göğsünü yeniden bir nefesle şişirerek yola çıkmaya hazırlamış kendini. Tam sırada az önce göz bebeğinde olan minik zerrecik cılız bir sesle:
"Efendimiz, biriciğimiz, her şeyimiz..."demiş.
Karanlık nefesini tutup biraz durmuş, bakmakta kararsız kalmış ama sonunda merakına yenik düşüp gözlerini zerreye çevirmiş.
"Ne var?" demiş hiddetle. Kızgınmış, çünkü kızgın olması gerektiğini düşünüyormuş.
"Sen o damlayı biz olmadan bulamazsın."demiş zerre gövdesinden kat kat büyük bir kibirle. Yani, Karanlık bunu kibir olarak algılıyormuş.
"Nedenmiş o?"
"Çünkü bin yıldır biz yokuz diye sen onu bir türlü bulamadın ya.Bu yüzden ağlaya ağlaya bizi çağırdın ya! Biz olmazsak onu nasıl göreceksin? Hem bu koskoca birikinti içinde onu nasıl ayırt edeceksin? Bizi de al yanına, sana yoldaş; istersen rehber oluruz."
Karanlık'ın hiddeti zerre konuştukça artmış. Göğsündeki nefesi büyük bir öfkeyle zerrenin ve ardından dizilen diğer zerreciklerin üzerine üfleyivermiş.
"Ben," demiş Karanlık, sesi ilk kez bu kadar gür çıkarken, "sizi çağırmadım, kimseyi çağırmadım. Kimseye ağlamadım da! Bin yıldır ben bu mağaranın tek efendisiyim ve öyle olmaya da devam edeceğim. Kimsenin rehberliğini istemem! Çekilin önümden!"
Zerrecikler korkudan, güçsüzlükten etrafa saçılmış ve her biri mağaranın dibindeki suyun derinlikleri içinde kaybolmuş. Yalnızca bir tanesi duvarda kimsenin Karanlık'ın bile bulamayacağı bir oyuntuya saklanıp öfkeli efendisinin harekete geçmesini beklemeye koyulmuş.
Karanlık heyecanı, hırsı ve -kabul edelim ki- kibri ile önce mağaranın dibindeki deliğe gitmiş ve onu elleriyle kapamaya çalışmış. *ve evet, Karanlık'ın elleri de varmış meğer.*
Ama bir türlü başaramamış. O ellerini koyunca zerrecikler tamamen yok oluyor ve delik görünmüyormuş. Gel gör ki o ellerini çekince mağara yeninden çiğ, yakıcı bir aydınlıkla doluveriyormuş.
Karanlık bu işle öyle meşgul olmuş ki aramaya gideceği ve bu defa bulacağına emin olduğu damlayı bir anda unutuvermiş. Bu hınç, onu öyle sarıp sarmalıyormuş ki geriye düşünmek ya da hissetmek için başka hiçbir şey kalmıyormuş.
Bu sırada onu girdiği oyuğun içinden izleyen minik ışık zerresi efendisinin bu dinmeyen acısını, çaresizliğini nasıl dindireceğini düşünüyormuş. Ona istediği verse ve arkadaşlarını da alıp bu mağaradan gitse efendisinin damlasını bir daha asla bulamayacağından eminmiş. Ama onu kendisi ile birlikte aramaya çıkmaya da bir türlü ikna olmuyormuş. Öyleyse, diye düşünmüş zerre, damlayı ona biz getirmeliyiz. "şıp" sesini duyunca yumuşar, bin yıllık aşkını görünce öfkesini unutur, belki suyla ve bizimle birlikte o da danslar etmeye başlar. Neden olmasın?
Zerre düşünmüş, taşınmış olduğu oyuktan yavaşça süzülüp mağaranın derinliklerine doğru ilerlemiş. Efendisi onu görmesin diye öyle dikkatliymiş ki arkasına iki kere bakıp ancak bir adım atarak ilerliyormuş.
Az gitmiş, uz gitmiş. Minik bir zerre için dünyalar sayılacak kadar çok gitmiş. Yolda yalnız kendi varmış bir de su. İlerledikçe gücü azalır gibi oluyor ama vazgeçmiyor damlanın "şıp" dediği yere kadar dayanmak için kendine sözler veriyormuş.
Derken zavallı zerrecik; mağaranın en dibinde bir duvarın ufacık bir çatlağından yalnızca kendi çabasıyla çıktığı çok belli olan zarif, incecik ve kısacık bir fidan görmüş. Bir sap ve cılız mı cılız bir yapraktan oluşan bu fidan, duvarın çatlağına öyle iyi yerleşmiş ki uzaktan gören onun varlığını anlayamazmış. Hele görmeyen...!
Zerrecik sevinçle fidana gitmiş, fidanın efendisinin aşkı olan damlayı tanıdığına hiç şüphesi yokmuş.
Usulca yaklaşıp yumuşacık bir sesle damlayı sormuş zerre. Ama fidandan çıt bile çıkmıyormuş. Uyuyor herhalde, diye düşünmüş. Bir süre beklemiş. Sonra şansını yeniden denemiş. Ama nafile... Fidan konuşmuyormuş.
Işık zerresi umutsuzluğa kapılıp dönmek için kendini su birikintisine bırakıp on yıllar belki yüzyıllarca sürüklenmeye bırakacakken fidanın yaprağının en ucundan bir ses duyulmuş: "şıp".
Zerre heyecanla dönüp bakmış. Orada... İşte oradaymış... Damlacık fidanın yaprağından suya atlıyor sonra duvarın kıl gibi ince damarlarından tekrar fidana doluyor ve yaprağından kendini su birikintisine bırakıyormuş. Bu öyle bir incelikle yapıyormuş ki onun aynı damla olduğunu anlamak için tıpkı ışık zerresinde olduğu gibi keskin gözlere ve iyi bir yüreğe sahip olmak lazımmış.
Zerrecik damlaya giderken mağaranın içinde önce bir uğultu, sonra da bir şarkı duyulmaya başlamış ve hemen ardından kuvvetli bir esinti ışık zerresini fidanın taaaa köküne kadar uçurmuş.
Bu sırada atlayışını yeni tamamlamış olan damla usulca duvardan fidanın köküne sızmak üzereymiş ve ışık zerresini orada görünce telaşa kapılmış.
Suyun müziği büyüyüp yakınlaşırken zerre bir çırpıda ona olanları anlatmış ve efendisinin bin yıldır kendisine aşık olduğunu ve bu dört duvar mağarada kendisini arayıp bir türlü bulamadığını söylemiş.
Damla hiçbir şey söylememiş. Zerreyi elinden tuttuğu gibi fidanın kökünün içine çekmiş ve cılız gövdeden yaprağa doğru ilerlemiş. Yaprağın tam ucuna geldiklerinde damla, zerreye bakmış ve:
"Şimdi tüm gücünle parla ve beni ona göster artık! Ben bin yıldır onun bana geleceği günü bekliyorum. Olur da beni bulur diye, sürekli suya atlıyorum. Ama o defalarca yanıma geldiği, yüzüme baktığı, beni duyduğu halde bir kez olsun beni göremiyor. Mağaranın sonuna varacak sesi çıkarmak için her defasında daha yukarı çıkmam gerekiyor. Ama o beni görmemeye devam ederse bir gün fidan beni içine alacak ve bir daha asla bırakmayacak, biliyorum. Çünkü her geçen gün bir parçamı onda bırakıyorum, küçülüyorum. İşte bu yüzden, "demiş damla son bir umutla, "bu defa beni görmesini sağla. Yoksa bir sefer daha olamayacak."
Zerrecik endişeyle, korkuyla ve heyecanla başını sallamış. *evet, zerrenin de başı varmış*.
Kendini iyice toparlamış derin bir nefesle olabileceği kadar güçlü olmaya çalışarak parlamış ve müzikli fırtınanın kendisini savurmaması için fidanın boynuna sıkıca tutunmuş.
Damla kendini yeşil uçtan aşağıya bırakırken bir zerre ışık ne kadar çok aydınlık verebilirse o kadar aydınlatmış mağaranın dibini.
Mademki bu zamansız zamanda, bu mağarada hep bin yıllar ve yüzyıllar konuşuluyor, diyebilliriz ki bu an o mağara için bir saniye sayılacak birkaç yıl içinde gerçeklemiş.
Damla suya, Karanlık damlaya, zerrecik de gücünün son noktasına gelirken mağaranın dibi oldu olası ilk kez böyle bir ana tanıklık ediyormuş.
Karanlık damlayı görmüş: Kristal parlaklığında, duru, tertemiz ve bir o kadar da zarif...
Damla Karanlık'ı görmüş: Alabildiğine geniş, güçlü ve bir o kadar da tapılası...
***
Bu yıllık an, tam olarak o saniyede durmuş. Damla havada, Karanlık karşısında, zerrecik ise fidanın boynunda öylece kalakalmış. Neden diyecek olursanız; çünkü pek çok tanrının hakkı üçtür. Yine de bu tanrılar, çoğunlukla kullarına her zaman üçten fazla şans verir. Ancak bu hikayenin tanrısı hikayenin sonunu görecek kadar cesur değilmiş. O yüzden tam orada her şey durmuş.
İLK SON
Işık zerresi gözüne girdikten ve bunca birlikte ışığın içinde yapayalnız olduğunu anladıktan sonra Karanlık sesi duyduğu dibe doğru hızla atılmış. Bu içini ısıtan sesi, göğsünden ılık nehirleri yürüten bu hissi artık tanımalı, onu kabullenmeli ve gerekirse onun için bir top ışık zerresi ile sonsuza dek bir arada yaşamayı göze almalıymış.
Hikaye bu ya; eskiden beri Karanlık mağaranın içinde hareket edince fena bir rüzgar eser; bu rüzgar birikmiş su birikintisinde şarkılara benzeyen sesler çıkarırmış. Bu şarkıyı duyan Karanlık, bestecinin kendisi olduğunu bilmeden, sanki kendi hiç bir şeyi etkileyemezmiş gibi düşünerek ondan bağımsız dünyanın ne kadar da ahenkli olduğunu düşünür; biraz içlenir sonra da bu içlenme hissine daha fazla katlamayarak sinirlenir; bulduğu ilk kuytu köşeye sinerek belki bin yıl olduğu yerden hareket etmezmiş. O durunca müziğin bittiğini, dupduru suyun üzerinden oluşan zarif dalgaların görünmez olduğunu ve mağaranın durgun bir hava boşluğu gibi kalıp gama boğulduğunu fark etmezmiş bile. Yalnızca öylece durur ve kendisi dışında dönen bu yaşama neden dahil olamadığını düşünerek sessizce kahır çekermiş.
Bir gün mağaraya bir başkası gelse ve onu bu halde görse kuşkusuz ki Karanlık'ın bir parça saf, hatta salak olduğunu düşünebilirmiş. Etrafında olup biten her şeyden nasıl bu kadar habersiz yaşadığını, neden bu denli gergin ve huysuz davrandığını anlayamayarak ve mağaranın, suyun, rüzgarın güzelliğini bir çırpıda keşfederek Karanlık'ın binlerce yıldır anlayamadığı tüm güzelliği kendine alabilirmiş. Oysa Karanlık bir gün mağarasına bir başkasının gelebileceğini ya da onun göremediği şeyleri görebilen birileri olabileceği ihtimalini bile aklının kıyısına getirmiyormuş. O sadece esiyor, kahroluyor ve sonu gelmeyen lacivert bir acı denizinin içinde sürüklenip duruyormuş. Bin; on bin yıllar, sayılamayacak kadar çok dakika, saat, gün... Böyle geçiyor; ama Karanlık hiçbir şeyin farkına varamıyormuş.
Işık zerrelerinin mağara duvarını delip geldiği o günlerde Karanlık eskiden yaşadığı bu düzenin bir yandan acıklı ama bir yandan da oldukça komik yanlarını istemese bile keşfetmeye başlamış. Çünkü artık hissediyor, gözleri görüyormuş. Ve hatta artık konuşabiliyormuş bile.
İlk defasında Karanlık, mağaranın delik duvarının köşesinden damlasını aramaya gidecekken gözleri bir an yerdeki su birikintisine kaymış ve düzensiz ama bir o kadar uyumlu dalgaların hareketine şaşkınlıkla bakakalmış. Bir sonraki defa ise yine Karanlık hırçın bir biçimde yolculuğa çıkacakken dalgaların arasında keyif yapmakta olan ışık zerrelerinin ortaya çıkardığı büyüleyici dans gösterisine şahitlik etmiş ve gördüğü bu şeyden etkilenmekten kendini alamamış. Dans sırasında duyulan yumuşak su müziği ise her zamanki gibi kulaklarının içinden göğsüne ve daha yeni bulduğu kalbine akıyormuş.
Zaman içerisinde tanık olduğu bütün bu olaylar; mağarada çalınan su şarkılarında kendinin de bir payı olduğunu anlamasına yardımcı olmuş. Gel gelelim ki Karanlık içinde bulunduğu kederli ve şikayetçi ruh haline öyle alışıkmış ki fark ettiği bu gerçeği kabul etmiyor, bu işte o işgalci ışık zerrelerinin bir parmağı olduğunu, onların kendisini kandırdığını ve hiçbir şekilde bu oyuna teslim olmaması gerektiğini düşünerek kendini avutuyormuş.
Anlayacağınız, Karanlık biraz inatçı, biraz hırçın ve bol miktarda da şüpheciymiş. Şüphe etmediği tek bir şey var ise o da o hiç bitmesin istediği "şıp" seslerini duymasının kendine verilmiş bir armağan olduğuna inanmasıymış. Bu inanç onu hep diri tutuyor ve -ironik bir biçimde- her gün biraz daha hırçınlaşması için ona güç veriyormuş.
Karanlık ne kadar hırçın ve siyah olursa olsun gönlüne düşen o damlanın sıcaklığı artık içine sığmaz hale gelmiş. Hele ki ışık zerreleri kol kola mağaraya girdiğinden beri Karanlık yalnızca onu düşünüyormuş. Onu ilk gördüğü anı, o sesin kadifeliğini bin yıllardır dinlemeye doyamadığı o sesin içinde yürüttüğü ılık hissi... Hepsini kendinden hiç beklenmeyen bir yumuşaklık ve hatta aydınlık içinde duyumsuyormuş.
O son günde gözündeki ışık zerresi düşüp de "şıp" sesi yeniden duyulduğunda Karanlık yine eskiden yaptığı ve belki de yapmayı bildiği tek şeyi yapacak; yani hızlıca oradan ayrılıp gözleri görmeyerek damlanın nerede suya karıştığını öfkeyle arayacak olmuş. Zaten bilmediği şeyi nasıl yapabilirmiş ki?
Kafasını kaldırmadan toparlanmış ve göğsünü yeniden bir nefesle şişirerek yola çıkmaya hazırlamış kendini. Tam sırada az önce göz bebeğinde olan minik zerrecik cılız bir sesle:
"Efendimiz, biriciğimiz, her şeyimiz..."demiş.
Karanlık nefesini tutup biraz durmuş, bakmakta kararsız kalmış ama sonunda merakına yenik düşüp gözlerini zerreye çevirmiş.
"Ne var?" demiş hiddetle. Kızgınmış, çünkü kızgın olması gerektiğini düşünüyormuş.
"Sen o damlayı biz olmadan bulamazsın."demiş zerre gövdesinden kat kat büyük bir kibirle. Yani, Karanlık bunu kibir olarak algılıyormuş.
"Nedenmiş o?"
"Çünkü bin yıldır biz yokuz diye sen onu bir türlü bulamadın ya.Bu yüzden ağlaya ağlaya bizi çağırdın ya! Biz olmazsak onu nasıl göreceksin? Hem bu koskoca birikinti içinde onu nasıl ayırt edeceksin? Bizi de al yanına, sana yoldaş; istersen rehber oluruz."
Karanlık'ın hiddeti zerre konuştukça artmış. Göğsündeki nefesi büyük bir öfkeyle zerrenin ve ardından dizilen diğer zerreciklerin üzerine üfleyivermiş.
"Ben," demiş Karanlık, sesi ilk kez bu kadar gür çıkarken, "sizi çağırmadım, kimseyi çağırmadım. Kimseye ağlamadım da! Bin yıldır ben bu mağaranın tek efendisiyim ve öyle olmaya da devam edeceğim. Kimsenin rehberliğini istemem! Çekilin önümden!"
Zerrecikler korkudan, güçsüzlükten etrafa saçılmış ve her biri mağaranın dibindeki suyun derinlikleri içinde kaybolmuş. Yalnızca bir tanesi duvarda kimsenin Karanlık'ın bile bulamayacağı bir oyuntuya saklanıp öfkeli efendisinin harekete geçmesini beklemeye koyulmuş.
Karanlık heyecanı, hırsı ve -kabul edelim ki- kibri ile önce mağaranın dibindeki deliğe gitmiş ve onu elleriyle kapamaya çalışmış. *ve evet, Karanlık'ın elleri de varmış meğer.*
Ama bir türlü başaramamış. O ellerini koyunca zerrecikler tamamen yok oluyor ve delik görünmüyormuş. Gel gör ki o ellerini çekince mağara yeninden çiğ, yakıcı bir aydınlıkla doluveriyormuş.
Karanlık bu işle öyle meşgul olmuş ki aramaya gideceği ve bu defa bulacağına emin olduğu damlayı bir anda unutuvermiş. Bu hınç, onu öyle sarıp sarmalıyormuş ki geriye düşünmek ya da hissetmek için başka hiçbir şey kalmıyormuş.
Bu sırada onu girdiği oyuğun içinden izleyen minik ışık zerresi efendisinin bu dinmeyen acısını, çaresizliğini nasıl dindireceğini düşünüyormuş. Ona istediği verse ve arkadaşlarını da alıp bu mağaradan gitse efendisinin damlasını bir daha asla bulamayacağından eminmiş. Ama onu kendisi ile birlikte aramaya çıkmaya da bir türlü ikna olmuyormuş. Öyleyse, diye düşünmüş zerre, damlayı ona biz getirmeliyiz. "şıp" sesini duyunca yumuşar, bin yıllık aşkını görünce öfkesini unutur, belki suyla ve bizimle birlikte o da danslar etmeye başlar. Neden olmasın?
Zerre düşünmüş, taşınmış olduğu oyuktan yavaşça süzülüp mağaranın derinliklerine doğru ilerlemiş. Efendisi onu görmesin diye öyle dikkatliymiş ki arkasına iki kere bakıp ancak bir adım atarak ilerliyormuş.
Az gitmiş, uz gitmiş. Minik bir zerre için dünyalar sayılacak kadar çok gitmiş. Yolda yalnız kendi varmış bir de su. İlerledikçe gücü azalır gibi oluyor ama vazgeçmiyor damlanın "şıp" dediği yere kadar dayanmak için kendine sözler veriyormuş.
Derken zavallı zerrecik; mağaranın en dibinde bir duvarın ufacık bir çatlağından yalnızca kendi çabasıyla çıktığı çok belli olan zarif, incecik ve kısacık bir fidan görmüş. Bir sap ve cılız mı cılız bir yapraktan oluşan bu fidan, duvarın çatlağına öyle iyi yerleşmiş ki uzaktan gören onun varlığını anlayamazmış. Hele görmeyen...!
Zerrecik sevinçle fidana gitmiş, fidanın efendisinin aşkı olan damlayı tanıdığına hiç şüphesi yokmuş.
Usulca yaklaşıp yumuşacık bir sesle damlayı sormuş zerre. Ama fidandan çıt bile çıkmıyormuş. Uyuyor herhalde, diye düşünmüş. Bir süre beklemiş. Sonra şansını yeniden denemiş. Ama nafile... Fidan konuşmuyormuş.
Işık zerresi umutsuzluğa kapılıp dönmek için kendini su birikintisine bırakıp on yıllar belki yüzyıllarca sürüklenmeye bırakacakken fidanın yaprağının en ucundan bir ses duyulmuş: "şıp".
Zerre heyecanla dönüp bakmış. Orada... İşte oradaymış... Damlacık fidanın yaprağından suya atlıyor sonra duvarın kıl gibi ince damarlarından tekrar fidana doluyor ve yaprağından kendini su birikintisine bırakıyormuş. Bu öyle bir incelikle yapıyormuş ki onun aynı damla olduğunu anlamak için tıpkı ışık zerresinde olduğu gibi keskin gözlere ve iyi bir yüreğe sahip olmak lazımmış.
Zerrecik damlaya giderken mağaranın içinde önce bir uğultu, sonra da bir şarkı duyulmaya başlamış ve hemen ardından kuvvetli bir esinti ışık zerresini fidanın taaaa köküne kadar uçurmuş.
Bu sırada atlayışını yeni tamamlamış olan damla usulca duvardan fidanın köküne sızmak üzereymiş ve ışık zerresini orada görünce telaşa kapılmış.
Suyun müziği büyüyüp yakınlaşırken zerre bir çırpıda ona olanları anlatmış ve efendisinin bin yıldır kendisine aşık olduğunu ve bu dört duvar mağarada kendisini arayıp bir türlü bulamadığını söylemiş.
Damla hiçbir şey söylememiş. Zerreyi elinden tuttuğu gibi fidanın kökünün içine çekmiş ve cılız gövdeden yaprağa doğru ilerlemiş. Yaprağın tam ucuna geldiklerinde damla, zerreye bakmış ve:
"Şimdi tüm gücünle parla ve beni ona göster artık! Ben bin yıldır onun bana geleceği günü bekliyorum. Olur da beni bulur diye, sürekli suya atlıyorum. Ama o defalarca yanıma geldiği, yüzüme baktığı, beni duyduğu halde bir kez olsun beni göremiyor. Mağaranın sonuna varacak sesi çıkarmak için her defasında daha yukarı çıkmam gerekiyor. Ama o beni görmemeye devam ederse bir gün fidan beni içine alacak ve bir daha asla bırakmayacak, biliyorum. Çünkü her geçen gün bir parçamı onda bırakıyorum, küçülüyorum. İşte bu yüzden, "demiş damla son bir umutla, "bu defa beni görmesini sağla. Yoksa bir sefer daha olamayacak."
Zerrecik endişeyle, korkuyla ve heyecanla başını sallamış. *evet, zerrenin de başı varmış*.
Kendini iyice toparlamış derin bir nefesle olabileceği kadar güçlü olmaya çalışarak parlamış ve müzikli fırtınanın kendisini savurmaması için fidanın boynuna sıkıca tutunmuş.
Damla kendini yeşil uçtan aşağıya bırakırken bir zerre ışık ne kadar çok aydınlık verebilirse o kadar aydınlatmış mağaranın dibini.
Mademki bu zamansız zamanda, bu mağarada hep bin yıllar ve yüzyıllar konuşuluyor, diyebilliriz ki bu an o mağara için bir saniye sayılacak birkaç yıl içinde gerçeklemiş.
Damla suya, Karanlık damlaya, zerrecik de gücünün son noktasına gelirken mağaranın dibi oldu olası ilk kez böyle bir ana tanıklık ediyormuş.
Karanlık damlayı görmüş: Kristal parlaklığında, duru, tertemiz ve bir o kadar da zarif...
Damla Karanlık'ı görmüş: Alabildiğine geniş, güçlü ve bir o kadar da tapılası...
***
Bu yıllık an, tam olarak o saniyede durmuş. Damla havada, Karanlık karşısında, zerrecik ise fidanın boynunda öylece kalakalmış. Neden diyecek olursanız; çünkü pek çok tanrının hakkı üçtür. Yine de bu tanrılar, çoğunlukla kullarına her zaman üçten fazla şans verir. Ancak bu hikayenin tanrısı hikayenin sonunu görecek kadar cesur değilmiş. O yüzden tam orada her şey durmuş.
İLK SON
Yorumlar
Yorum Gönder