dıvıdıdıvıdızıbada




Her gün bir şeyleri temizliyoruz. Bulaşıkları, odaları, bazen havayı bazen yerleri... Zihnimizi? Temizlemiyoruz, temizleyemiyoruz. Karnımız ağrıyana kadar gülsek, midemiz bulana kadar tatlı yesek, saatlerce dert anlatsak da onu temizleyemiyoruz. Her gün temizlemeyi istemediğimiz evlerimizde oturup acaba nasıl mutlu olacağız diye düşünüyoruz. Acaba hayatımız nereye gidecek, biz yetişebilecek miyiz? Yetişemiyoruz... Hiçbir şey değişmeden her gün her şey değişiyor. Hiç beklemiyoruz desek de her gün bir fazla bekliyoruz. Birileri anlasın, birileri işleri kolaylaştırsın diye. Birileri bir gün fikirlerimizin tozlarını bizim yerimize alsın diye can atıyoruz içten içe. Bir suyun içine girip kulaklarımız uğuldayarak öylece duralım istiyoruz anlamsızca. Böylece diyor içimizden bir ses, bir şey duymayacaksın ve kırılan ışık dalgaları dışında hiçbir şey dokunmayacak sana. Kafanı çıkarmadıkça hissetmeyeceksin darbeyi ve kulakların sağır olmayacak sana nasıl olman gerektiğini anlatan insanların gürültülerinden. Her şeyi yapıyoruz bir gün içinde belki. Ama yalnızca hayal ettiğimiz huzurlu yerde olamıyoruz. Belki bir dağın tepesinden bir okyanusun dibine kadar koşabiliyoruz birkaç saat içinde ama asla olmak istemediğimiz yerden kaçamıyoruz. 
Zor oluyor böyleyken. Sürekli ağlamaklı bir hissin içinde, hep bir şeyler yokmuş gibi yaparak ve başına gelmeyen kötü şeyleri düşündükçe şikayet ettiklerinden utanarak yaşamak zor oluyor. Ne çok yakınıyorsun diye kızıyorum kendime hep. Ama bazı şeyler var ki geri gelmeyecek ve gelecekte de düzelmeyeceğini bildiğim şeyler... İşte onlar yok edilemiyor ve edilemedikçe de boğazımda birer yumru olarak benimle yaşamaya devam ediyor. Bu yüzden bir fotoğrafa baktığımda, bir kokuyu içime çektiğimde belki bir esintide içimden bir şeylerin kopup gittiğini hissederim. Çoğundan az, azından da çok şeyler bağlıyorum sırtıma sürekli. Kimse hayatı boyunca kendisinden benim kadar sıkılmamıştır herhalde. Böyle şeyler söyleyince bile kendimle kavga edesim geliyor. İçimde biri oturmuş çatık kaşlarıyla bana bakarken her düşüncemi her sözümü eleştiriyor. Bunca insan senin gibi düşünürken sen neden bir  şeylerin "en çok"u olasın diyor. "en çok" hissetmesem de bir işi beceremiyorsun diyor. Hiç takdir etmiyor içten içe beni sevse de asla tatmin olmuyor. Hangi çocukluk travması o kadını oraya oturtabilir ki? Ya da ben hangi kadını alıp oraya oturtmuş olabilirim? Bugün cevabını bildiğim iki soru soruyorum. Kimse kimseyi suçlamasın, kimse kimseyi temizlemek zorunda olmasın diye susuyorum. Korkularımın üzerine oturup kendimi suçlamaya devam ederken bir yandan kendimi suçlamak için daha fazla şey yapıyorum. Bu labirent, bu paradoks hiç bitmiyor. O peynir hiç bulunmuyor. Umutsuzluk değildir,  çaresizlik değildir belki bu. Amelie Poulain'ın yaşında onun gibi hayatımla oyun oynama şeklimdir. Oyun oynamayı geç öğrenen çocuklar belki de oyun oynamayı hayatları boyunca beceremiyor.   

Yorumlar

Popüler Yayınlar